SÖYLEŞİ: "Behçet Çelik'le Söyleşi" - Tuba Saraç

Thursday, December 2, 2010 4:32:00 PM

İki Deli Derviş (1992) ve Yazyalnızı(1996) adlı iki öykü kitabının ardından, yeni öykü kitabınız Herkes Kadar da okurla buluştu. Bize biraz yazın serüveninizden bahseder misiniz?

Adana’da lisede okurken yazdığım öykülerden birisini Varlık’a göndermiştim. 1986 yılı. O zamanlar Varlık’ın yayın yönetmeni Kemal Özer’di. Öyküme yanıtı da, o zamanki yazı kurulundan Cengiz Gündoğdu yazmıştı. Gündoğdu tek bir öyküyü değerlendiremediklerini, birkaç öykü daha göndermemi istemişti. Sonraki mektubunda da uzun uzun öykülerimi değerlendirmişti. Lise sonda okuyan bir öğrenci için ne kadar mutluluk verici bir şey olacağını tahmin edersiniz. Ertesi sene üniversite için İstanbul’a geldiğimde de ilk uğradığım yerlerden birisi Varlık’ın yönetim yeri olmuştu. Birkaç ay sonra da “Sokak 245” adlı öyküm Varlık’ta yayımlandı. Sonraki yıllarda da Varlık’la ilişkim sürdü. Varlık’ın her sayı yeni bir öykücü ve şair yayımlıyor olması beni öykümü gönderme konusunda cesaretlendirmişti. Bildiğim kadarıyla Varlık bugün de genç yazarları cesaretlendirmeyi sürdürüyor. Edebiyat dergilerinin aynı zamanda bir okul olabilmesi, yazmaya yeni başlayanlara yol göstermek için de çaba harcamasının önemli olduğuna inanıyorum. Varlık aracılığıyla pek çok yazar ve şairle tanıştım o yıllarda. 1991 yılında arkadaşlarımla Yazılı Günler dergisini yayımlamaya başladık. Yazılı Günler’i yayımladığımız sırada bir derginin mutfağında bulunmanın hem ne kadar zor hem de ne kadar zevkli olduğunu gördüm. Öykünün yanında inceleme yazıları ve deneme yazmaya da o zamanlar başladım. Özellikle Afşar Timuçin ve Ömer Ateş bu gibi yazılar yazma konusunda beni yönlendirmişlerdi. Bu gibi yazılar yazmanın önemi şuydu: Birincisi, bir yazarın bütün eserlerini eni konu araştırıyordum, ikincisi de, eleştiri ya da inceleme yazısı yazmaya çalışırken insan yaratma sürecine daha nesnel, daha dışarıdan bakabiliyor. İlk kitabım da o yıllarda yayımlandı. Yazılı Günler’in yayımlamaya, maddi koşulların imkânsızlığı nedeniyle 1993’te son verdik. Uzun süre dergilerde yazmadım. 1996’da ikinci kitabım yayımlandı. Her iki kitap da küçük bir yayınevi tarafından yayımlandığı için dağıtım sorunlarını pek aşamadı. Aşsaydı, ilgi görür müydü, bilmiyorum. 1998’ten sonra Virgül dergisinde deneme ve kitap tanıtımları yazmaya başladım. Bir yandan da öykü yazmayı sürdürdüm.

Hayat nereye gideceğini biliyor, ben de onun peşindeyim...” Birçok öyküde üniversite yıllarını bitirmiş, iş hayatına yeni başlayan karakterlerin bu dönemde çektikleri sıkıntıları dile getiriyorsunuz. Tam bir dönemeç anı... Geçmişin izleri, geleceğin belirsizliği...

Doğrusu, böyle bir dönemi ya da böyle bir dönemin sıkıntılarını anlatmak gibi bir saikle yazmadım bu öyküleri. Kitaptaki öyküleri 1995 ile 2001 arasında yazdım. Belki de benim böylesi bir dönemime rastladığı için, bu izlek biraz daha belirgin oldu kitapta. Sözünü ettiğimiz herkesin hayatında görebileceğimiz bir geçiş dönemidir; ne iş yapılacağının, hayatın kalan kısmında kiminle aynı evin paylaşılacağının kararının verildiği andır. Dolayısıyla da sancılıdır. Seçimler yapıldıktan, kararlar verildikten çok sonra da sancısı, sızısı devam eder. Bu sancının hissedildiği an önemli bence. Bu kısacık bir andır, ama içerisinde çok uzun bir zaman dilimini, yıllara yayılmış bir hesaplaşmayı barındırır. O hayıflanma ya da hesaplaşma anında, hemen ardından kişi kendi seçiminin en doğrusu olduğunu düşünüp kendisini tebrik edebilir, ama o sorguladığı anda, her şeyin altüst olması mümkün gibi gelir bana. En azından böyle bir potansiyel vardır. Dostlukların ve aşkların bittiği ya da biter gibi olduğu anlar da buna benzemez mi? Geçmiş olduğundan da güzel, gelecek de alabildiğine yoksul ve yoksun görünür insana. Oysa ne geçmişte “asrı saadet” yaşanmıştır, ne de yarın dünyanın sonu olacaktır. Boşlukta gibidir insan o anda; bunları düşünemez. Kendisini duygularına bırakır, kâh nostalji duyar, kâh kaygı. Sonra ne olur? Hayat, içinde bulunulan ân’ı duyuruverir insana. Ne nostaljik ne kaygılı bir şeydir o an yapmanız gereken. Hayatın şakası gibidir insana; bazen kötü bir şakadır, bazense iyidir. Öykü kahramanının biraz da kışkırtıcı bir biçimde söylediği gibi: “Hayat nereye gideceğini bilir...”

Belki şunun da altını çizmek gerekir. Benimle yaşıt, ya da benden biraz büyük ve biraz küçük olanlar için, herkesin bir biçimde yaşadığı o “eşik” biraz daha farklı oldu. Dünyadaki bir “kırılma” ânına denk düştü. Duvarların yıkıldığı yıllarda üniversiteyi bitirenlerden, iş hayatına atılanlardan söz ediyorum. Şunun da farkındayım. Her kuşak kendisi için bunu söyleyebilir; haklıdır da. Bugün de birileri, “Dünya Ticaret Merkezine saldırıldığı sene ben okulu bitirmiştim,” diyebilir. Belki de değişimin ivmelendiği bir döneme denk düştüğü için, pek çok şey hızla değişirken, kararlar verilir, seçimler yapılırken çok düşünemedik. Bir şeyler yerine oturur gibi olduktan sonra ayıldık, geçmişe ve geleceğe bakmaya başladık. Ama dediğim gibi, bu da çok özel ve önemli yapmıyor yaşıtlarımı; sanırım, bu her zaman böyle yaşanıyor!

Mesele, sözcüklerde değil, sözcüklerin ritminde. Akıp giderse korkma onlardan; baktın duraklıyor, bil ki bir oyun var bu işin içinde, o zaman kaç, durma.” gibi bir ifadenin ardından “‘Bu karakter hikayenin genel atmosferine uymuyor’ derler ya,onun gibi yürürken uymuyordum da otel odasındayken uyuyordum atmosfere.” Ve sonra da “‘edebiyat yapmak’ bu olmalı. ‘Otel’ imgesini de bir romandan aşırmış olmalıyım. İşte sözcüklerle çıkarsan yola, böyle kalakalırsın ortalık yerde.” Önce meselenin sözcüklerde değil ritminde olduğunu söylüyorsunuz, sonra tekrar sözcüklere saplanıyorsunuz...

Sürekli değişen bir şeyi her zaman aynı kalan bir sözcükle ifade etmek, baştan bir eksikliği kabul etmek aslında.  Üstelik, her insanda bu “şey” farklı anlamlar, farklı çağrışımlar doğururken, herkesin aynı sözcükle onu karşılamaya çalışması... Zihinden zihne ya da kalpten kalbe giden bir yol bulunmadıkça sözcükler aracılığıyla anlaşmaya, anlamaya ve kavramaya mecburuz bir yandan da. Edebiyatın imkânsız bir şeyi başarma imkânı olduğunu düşünüyorum. Örneğin, bir dostumuzu çok özleriz ve ona “Seni özledim,” deriz. Daha önce ona bu cümle çok söylenmiştir, o da başkalarına çok söylemiştir. Özlemimizi ona ifade ederken bakışımız, gülümsememiz, sözcüklerin akışındaki ritm, heyecandan sürçen dilimiz.... bunlar ikinci bir dil olarak yardımımıza yetişir; bizim “Seni özledim” cümlemizi önceki bütün “Seni özledim”lerden ayırır. Peki, karşı karşıya değilsek? Diyelim, duygumuzu bir mektupla ifade etmek istemişsek. O zaman “Kesik bir kol gibi omuz başımızdaydı yokluğun,” deriz. Nâzım’dan ödünç aldığımız bu dize, anlatılması imkânsız sandığımız bir şeyi anlatabilme imkânı sunar. Yani sözcüklerin donukluğundan bizi yine sözcükler kurtarır.

Şu da var: Bazen kullandığımız sözcüklerin gerçekliği tam anlamıyla kuşattığını sanırız, ya da sözcüklerle yarattığımız evren bir süre sonra bize daha gerçek görünür; inanıveririz bu yeni evrene. “Edebiyat yapmak” böyle bir şey. En çok da insanın kendi kendisini kandırması. Büyük büyük laflar edip de o lafların altında kalıyorsak, bu biraz da sözünü ettiğim anlamda “edebiyat yapma”mızdan... Şöyle bir şey demek istediğim. Sözcüklerle dünya arasında bir boşluk her zaman var. Bu boşluğun farkında olmak önemli. Edebiyatın, bence ikili bir işlevi var: Hem bize bu farkındalığı kazandırıyor, hem de bu boşluğu kapatma yolunda bize imkân sağlıyor. Hiçbir zaman kapanmayacağını bildiğimiz bu boşluğu kapamak için okuyup yazıyoruz gibi geliyor bana.

Öyküyü anlatan kişi “olumlu” öykü kahramanı tanımına oturmuyor. Ne amaçla böyle bir öykü kahramanı seçtiniz?

Olumlu öykü kahramanları daha çok belirli bir tezin edebiyat aracılığıyla yeniden ifade edildiği yapıtlarda görülür. Olumlu kahraman, belirli bir düşüncenin cisimleşmiş halidir; olumsuz kahraman da karşı düşüncenin cisimleşmiş hali olabilir. Belirli bir tezin ifade edilmesi için kaleme alınmış bir yapıtı okumak çok anlamlı değil bence. Yani ajitasyon ve propaganda işlevi bile görmeyebilir bu yapıt. Buradan şu anlaşılmasın. Edebi yapıtların düşünsel arka-planları yoktur, demiyorum. Ama bu arka-planı sadece kahramanın diyalogları aracılığıyla vermek nasıl işin kolayına kaçmaksa, sadece kahramanın cümlelerinden bir ideoloji çıkartmak da bize o yapıtın düşünsel arka-planını sunmaz. Daha bütünsel bir bakışla değerlendirmek gerekir yapıtı. Olumlu kahramanlar bana çoğu zaman biraz sahte gelir. Tezli yapıtlar gibi... Toplumsal hayatı anlama çabasına girdiğimizde, indirgemeci bir bakış açısı, nasıl bizim ayrıntıları, farklılıkları, özgüllükleri gözden kaçırmamıza neden olursa, olumlu kahramanlarda bir fikri ete kemiğe büründürmek de pek çok şeyi gözden kaçırmamıza neden olur. Kahraman olumlu ya da olumsuz olmasından çok, somut ve gerçekçi olup olmadığına dikkat ediyorum, diyebilirim. Çünkü baştan kahramanı olumlu ya da olumsuz olarak saptamak, kahramanın bir türlü somutlaşamaması sonucunu doğurabilir.

Ayrıca olumlu bir kahraman yarattığınız zaman okuyana tanıdığınız özgürlük alanını da daraltırsınız. Okuyucunun dolduracağı boşlukları olan öyküleri seviyorum. Yazar her şeyi anlatırsa, okuru edilgen bir noktada tutar. Olumlu kahraman ve tezli yapıt, etkin bir okura imkân tanımaz. Yazarın anlattıkları bellidir, okuyucu da onu okur ve bilinçlenir! Roman yine de bazı kahramanların olumlu yanlarının öne çıkmasına izin verebilir belki; ama kısa öyküde olumlu bir kahramanla derdinizi anlatmaya kalkarsanız, yapaylıktan, didaktiklikten kurtulmanız çok zor, hatta imkânsızdır, bence.

Bir öykünüzün ismi de: “Bunlar kitaplarda olur”, bir kitabın içinde geçen bir cümle, hatta bir öykünün...

Her zaman sanat hayatı taklit etmiyor, bazen de tersi oluyor. Gündelik hayatta da var bu taklit. Taklit ettiklerimizin bir kısmını da kitaplardan öğreniyoruz. Bazı jestlerimiz aslında roman kahramanlarından bize geçmiş durumda. Bazı özlemlerimiz, hatta arzularımız. İnsanlarda arzu yaratma konusunda bugün kitaplardan çok televizyon, gazete ve dergiler daha şanslı. Başkalarının arzularını ödünç alıyoruz, taklit ediyoruz. Çok da gereksinimimiz olmayan şeylerin yaşamsal önemi var sanıyoruz. Tıpkı bunun gibi, sıkıcı ve tekdüze hayatlarımızda macera romanlarını aratmayacak gizemler, deşifre edilmesi gereken ipuçları varmış hissine kapılabiliyoruz. Bu cümlenin geçtiği öyküde kahraman, hem farkındadır aradığı ipucunun bir anlamı olmadığının, bu nedenle o cümleyi söyler. Ama ipucu aramayı da sürdürür. Bu arayışın onun tekdüze hayatında telafi edici bir anlamı vardır. Yaşamadığı, yaşayamadığı şeylerin yerini alabilir bu ipucu arama oyunu. O cümleyi aydınlandığı bir anda sarf eder, ama anında da unutmayı seçer. Çünkü o oyuna gereksinimi var, yapıp ettiklerini anlamlandırabilmesi için.

Öyküleriniz günümüz modern öykü anlayışından çok klasik öykü anlayışına giriyor. Soyutla somutun birbirine karıştığı karışık kurgular yerine, kısa, sade ve anlaşılır öyküler yazmışsınız. Orhan Koçak en çok öykülerin girişindeki net atmosferden söz etse de bence sonlar da bir o kadar vurucu...

Öykülerin başlangıç cümlelerinde zorlandığımı söyleyebilirim. Hatta bazen bu ilk cümleyi tasarlarken öykünün devamı da kendiliğinden ortaya çıkabiliyor. Öykü okumak zordur, özel olarak kendinizi o öyküyü okumaya koşullandırmamışsanız, beğenmediğiniz bir girişten sonra pek devam edemezsiniz. Bu yazarken de geçerli. Beğenmediğim bir girişten sonra öyküyü yazmak da çok zordur. Herhalde insan kendisini o gün bir öykü yazmaya zorlamamışsa bunu başaramaz. Bununla birlikte öykü sonlarına da özel bir önem verdiğimi itiraf etmeliyim. Yazdıktan sonra bazı öyküleri okurken, öykünün aslında bitmiş olduğunu fark ettiğim olur. Son birkaç paragraf gereksizdir, ya da çok önemli değildir. Daha önceki bir cümleyle öykü bitmiştir aslında.

Öykülerimin kurgusunun klasik öyküye yakın olduğu doğru. Ama bu da çok net bir seçimin sonucu değil. Yani öykü yazmak için oturduğumda baştan bir kurgu belirlemiyorum. Kurgu yazarken kendisini ortaya koyuyor. Bir şeyleri söylemeden anlatmaya başarabilirsem, güzel bir öykü yazdığımı düşünebiliyorum. Benim yazarkenki oyunum da bu belki de. Bu oyun için tuzaklar, sözcük oyunları, iç içe geçmiş somut ve soyut gibi şeyler gerekmiyor. Daha yalın olabilen bu oyunu daha iyi oynar, diye düşünüyorum.

Varlık'ta yayınlanmıştır.

Comments

Comments are closed on this post.