Uğuldayan Dünya - Necibe Nazan
Bazı vakitler dünyanın uğultusu o kadar şiddetli bir hal alır ki olup biteni anlayabilmek için içini susturman, gitgide huysuz, yabani bir hal almış, kendi kendine söylenmekten bin yıllık düğümlere dönmüş kalbinin sesini azıcık kısman gerekir. Sonra bunu yaptığını unutur, soluğunu tutmuş yarı ölü bir kalple yaşamaya devam edersin; aslında yaşamadığının, yaşıyormuş gibi yaptığının farkında olarak, hayatta kalabilmek için içinde sebepsiz bir kıpırtı arayarak, ya da o kıpırtının anısını, lekesini, hayalini… Kendinin ve başkalarının düşünceleriyle kalabalıklaşan, ağırlaşan baş edemediğin bir dünyada kalakalırsın; her kalbin yalnızı, her aklın kuşkucusu, her yerin yabancısı, herkesin ötekisi, bütün zamanların delisi.
Niye peki? Anlamak için. Dünya anlaşılabilir bir yermiş gibi; insan ırkı kendi atıklarından, kendi yıkımının zehrinden beslenirken anlamak bir işe yararmış gibi; belki öyle, belki değil. Ama yetmez, hiç yetmedi, çarpıcı düşünceler, yerinde analizler, zihnin az ışıklı labirenti, kelimelerin büyüsü, bilmenin gücü, ayrıcalığı, birbirine çarpıp toza dönüşen, tutunduğun anda dağılan algıların, içinden geçip giden…
Bir şey eksik, kendini bildin bileli orada bir serin boşluk, ne koysan almaz içine, az gelir, fazla gelir, kayar düşer; boşluk öylece kalır. Ne büyür ne kapanır, hayatla aranda, çorak, gölgesiz… Kaybettiğini bir türlü kabul edemediğin, belki ne olduğunu bile hatırlayamadığın bir şeyin yokluğunun ağrıyan yeri. Ya o ses, hani alıştığın hep senindir, sana aittir sandığın. Nerede? Çıt yok. Uğultu, sadece uğultu. Baş dönmesi…
Kalp suskun, kabuğuna itilmiş. Derken biri tutar bir kitap yazar; ne olmuş yani? Ne olacağı var mı? Aşina olduğun, doğuşuna gündoğumunu seyreder gibi uzaktan hevesle tanıklık ettiğin, ara ara ziyaret ettiğin, ağırlandığın, kahramanlarıyla ballı güllü olduğun bir kitap. Beklediğin, bekleyecek şeyin yokken beklediğin, kalbinin eski sesini sana geri verecek, kapağını açtığında, dokunduğunda eline yüzüne kanı çamuru bulaşan canlı bir şey. Sana o küçücük şahane kıpırtıyı vaat eden, sanki bu defa okumaktan öte dertleştiğin, söyleştiğin, gözlerini yumup o kıpırtının izini sürdüğün, heyecanlanıp dağıldığın, saçmalayacakken ciddileştiğin; sen dokundukça belirginleşen, içi dolu kabartılar pürüzler halinde ele avuca gelen kelimeler. Bir kitaptan fazla bir şeydir yani, kelimelerden yapılmış bir yol. Zemin hâlâ nemli, ılık, henüz katılaşmamış.
Garip bir çekimleri var kelimelerin, davetkâr gibiler, ama ısrarcı değiller, bir seçim yapmanı bekliyorlar sanki. Çağrılarına kapılırsan sonuçlarına da katlanırsın demek mi bu? Olsun. Onlara emanet edersin kendini, öte yanına geçersin gerçekliğin. Kabul edilmenin sarhoşluğu vardır üzerinde. Sana vaat edilen ile beklediğinin aynı şey olabilme ihtimali geçici bir rahatlama yaratır, geçici bir teslimiyet. Ne var ki, bütün o kelimeler umduğun gibi saklamazlar seni; ne de senin görmeyi reddeden buğulu gözlerinden dünyayı. Parlak, keskin bir ışığın altında bulursun kendini, kabuksuz, çıplak, tedirgin. Işık, gözlerini acıtır, görünmeyeni açığa çıkarır, toprağın altına, suyun altına, derinin altına iner, bakar, izin almadan, belki zalimce. Görmekten yorulduğun, incindiğin, baş edemediğin ne varsa etrafında birikip dönmeye başlar, yavaşça yaklaşarak, varlığını sürükleyerek. Kaçacak yer yoktur. O ışıkla arana girecek, ışığın temasını yumuşatacak, çarpmayı hafifletecek bir bulut topağı bile yoktur. Halbuki oraya gelirken tek istediğin derine inmekti, suyun kenarına, ağaçların ötesine, kalbin altına. Belki biraz saçın okşansın, arada bir reçelli ekmek ikram edilsin, bir yaprak düşürsün rüzgâr kucağına, hikâye kendi kendini mırıldansın.
Biri, gelip hafifçe sarılsın, düşmeyeceğin kadar kocaman, şekilsiz, komik insan kanatlarıyla. O vaat edilen kıpırtı, kaybettiğin, kaybettiğini bile unuttuğun eski bir oyuncak gibi yuvarlanarak gelsin yanına. Benimle oynar mısın desin, yeniden oynar mısın benimle?
Adına ne diyordunuz -gerçeğin-; o yapışkan iç bayıltıcı boğucu tadını değil, yalanın hayalin karadutsu, çileksi, üzümsü tadını almak istersin.
Ama orada seni dürtükleyen, lime lime eden kör edici ışığın altında çözülmüş otururken hissettiğin şey o aynı boşluktur; ot bitmeyen rüzgâr almayan, güneş görmeyen, değişmeyen ıssızlık. Kendinle aranda hayatın solgunluğu, insanlar arası yakınlığın mümkünsüzlüğü. Kimse meydanın ortasındaki o parkta beklemeyecektir kimseyi, sadece bir an yüzünü görmek için kimsenin, dünya hâlâ ötededir. Kelimeler dünyayı parça parça toplarlar döküldüğü yerden, saklarlar. Sonra hazırlıksız bir anında topluca yığıverirler önüne bildiklerini; bildiğini sandıklarını bilmediğin bir mesafeden, aralıktan gösterirler. Sen, kelimeler bildiklerini, bilmekten yorulduklarını değiştirsin istersin.
Hadi, itiraf et, yıkım istersin, hayatın kendini yeniden yaratması için yer açılsın. Ama acısız olsun, kimsenin canı yanmasın, mevsimlerin gelip geçişi gibi kendiliğinden. Işık kendini buluta sarsın, olmazı oldurmak isteğinde engel tanımayan bir çocuğun tatlı ısrarıyla, seyrettiği çizgi filmde aslanın fareyi kovalayışından mutsuz olup aslan hemen çiçeğe dönüşsün diyen bir çocuğun pek umursanmayan ciddiyetiyle.
Kelimeler, onların hürriyeti kimde var? Zekâyla, güçle, ışıkla, şiddetle yüklüdürler. Yakalayan, tutan, arayan, bulan, biriktiren, teşhir eden, eğip büken, yansıtan, yeniden yeniden tarafsız bir görme gücüyle algılarımızı kaydeden, gizli ayrıntıları büyüterek, görenleri geri dönülmez bir biçimde gördüklerinden sorumlu tutan, insana kendi kendini yargılamasının keskin tarafında savunmasız bırakan belki de. Ağlarken birinin, hem de çok sevgili birinin yanına gelip niye ağlıyorsun demesi gibidir. Niye ağlıyorsun, seni bu hale getiren ne der, endişeli bakışlarıyla ruhunda boşuna bir yarık arar. Seni açılmak, aralanmak, kendini dışarı sızdırmak zorunda bırakır, hapseder özgürleşmen için. Oysa tek istediğin orada olmasıdır, kızarmış şişmiş gözlerine, çekip durduğun kocaman burnuna bakıp muzipçe gülümsemesi, sana kendi büzülmüş şekilsiz ruhunu yeniden sevdirecek hatırı sayılır bir sebep vermesidir. Ama o inatla, ısrarla, sabırla sorgulamayı sürdürür, susarsın. O kendi kendine bulur cevapları nasılsa, böyleyken böyle der. İşin berbat tarafı haklı olmasıdır, durmadan haklıdır. Gerçek daima haklı olmanın bir yolunu bulur.
Yani yine delirip bir kitaba insan muamelesi yapmışım. Ben ona dokundum ya; o da bana dokunsun. Kalbimin kayıp sesi olsun. Hakikatini ele verirken yan etkilerine maruz kalan savunmasız okuruna. Kaçacak bir yol bıraksın. Aslan da çiçeğe dönüşsün mü? Eh, oldu olacak, dönüşsün.
Behçet Çelik’in romanı okurun hikâyeye, kurgulanan dünyaya samimiyetle katılmasını, oyunun bir parçası olmasını mümkün kılıyor. Tam da kapitalizmin gereksiz kıldığı şey bu: İnsan tekini hayatın dolaşımına katan ucu açık bir yaratma hali...
Kitap-lık, Nisan 2009
コメント