SÖYLEŞİ: Behçet Çelik'le Söyleşi - Pirtûk û Wêje

Posted by Admin Saturday, June 24, 2017 3:18:00 PM

– Pirtûk û Wêje: Bir yazar öyküde neden diretir? Hep aynı şeyleri yaşamak, bir şeylerin değişmemesini görmek, daha çok bir itiraz veya protestonun bilinçaltında yatmasından mı kaynaklanıyor? Yoksa öykü ile gerçekten de bir şeylerin yapılabileceğine mi inanıyorsunuz?

Behçet Çelik: Öykü ile bir şeyler yapılacağına gerçekten inanıyorum. Bir itiraz olsun diye değil, protesto biçimi olarak da görmüyorum öyküyü; edebiyata bu gibi misyonlar, işlevler yüklenmesi doğru da değil zaten. Öykü ya da edebiyatın –varsa– insanları değiştirmeye kudreti var ancak, toplumları değil; belki tek tek insanları değiştirmek suretiyle toplumsal bir değişime etkisi olabilir. Edebiyatın bir duygusal eğitim imkânı olduğuna inanıyorum, başkalarının acılarını hissetme yetimizi geliştirir – bu da bir şeydir elbette. Ayrıca edebiyat, unutmamalıyız, hikâyelerimizin başkalarının hikâyeleriyle arasındaki bağı görmemize yardım eder. Edebiyat aynı zamanda yüzümüze, içimize tuttuğumuz bir aynadır, bir başkasının hikâyesinin peşinden giderken kendimizi de kovalarız bir yandan – bunlar da az şey değil. Evet, büyük değişimler değil bunlar, ama hep aynı şeyleri yaşadığımızı sanırken alttan alta, derinden derine değişen bir şeyler de vardır, bunlar olumlu ya da olumsuz olabilir, ama vardır; edebiyat da zaten görünmeyen, sezilmeyen, derinde olanın peşindedir. Öyküye gelirsek, öykü için bu söylediklerim bilhassa geçerli: Kısalığı, vuruculuğu, anlatmaktan ziyade sezdirmeye odaklı olması nedeniyle öykünün bizatihi derinde olanın araştırılmasında, açığa çıkmasında kendine özgü bir yolu ve yordamı olduğunu düşünüyorum.

– Pirtûk û Wêje: Kaldığımız Yer ile Yolun Gölgesi arasında iki yıl geçti. Yazarlar bazen romanlar yazarken arada bir “ara roman” veya “ara öykü” yazıyorlar. Bu anlamda Yolun Gölgesi öyküye yeniden dönüş mü gerçekten? Öyleyse neden geri dönüş?

Behçet Çelik: Beş öykü kitabı yazdıktan sonra ilk romanım Dünyanın Uğultusu’nu yayımlamıştım. Onun peşinden bir öykü kitabı gelmişti: Diken Ucu. Peşinden ikinci romanım Soluk Bir An. Daha sonra üst üste iki öykü kitabım yayımlandı: Kaldığımız Yer ile Yolun Gölgesi. Bu sıralamaya bakınca romanların öykü kitaplarının arasında kaldığını söylemek mümkün belki. Beri yandan kitap yayımlarken türler konusunda bir “sıra” düzenlemesi yapmıyorum. Benim çalışma tarzım çok planlı değil, çokça kendiliğinden gelişiyor. Kaldığımız Yer’in yayımlanmasının ardından o sıralarda üzerinde çalıştığım daha uzun bir metne yoğunlaşmayı düşünüyordum, ama bu mümkün olmadı. 2015 yazından itibaren yaşananlar, tanık olduklarımız, televizyonlarda, internette görüp gazetelerde okuduklarımız, çok zaman bir şeyler yazmanın beyhude olduğunu hissettirecek kadar ağırdı. Bu dönemde yine de elim öykü yazmaya gitti daha çok – gidebildiğinde. İlk sorunuzu hatırlayarak bunun bir itiraz ya da protesto olmadığını belirtmeliyim, belki bir tür kendini koruma çabasıydı ya da kelimelere sığınma, onlardan umutsuzca medet umma.

– Pirtûk û Wêje: Meselenizin siyasi mesajlar vermekten çok, yaşanılanların ruhlarımızda bıraktıkları izlerle, içsel dünyamızda yol açtıkları küçük veya büyük fırtınalarla daha çok ilgileniyorsunuz. Edebi anlayışınızı böyle genelleyebilir miyiz, yoksa bu sadece öykücülüğünüz genel tanımı mı demeliyiz?

Behçet Çelik: Hem öykü yazarken hem de roman yazarken gözettiğim nokta tam da belirttiğiniz şekilde tanımlanabilir: yaşanılanların ruhlarımızda bıraktıkları izlerle, içsel dünyamızda yol açtıklarıyla, verdiği hasar, bıraktığı izle ilgiliyim. Siyasi mesaj vermek için yazmıyorum, haklısınız, bunun edebiyatçıların işi olmadığını düşünüyorum. Siyasetçiler bunu yapmalı, yapıyorlar da. Bununla birlikte, edebi eserlerin siyasi ve/veya toplumsal hayattan yalıtık olması gerektiğini düşünüyor da değilim, aksine edebiyat eserlerinin toplumsal hayatla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum ama bu ilgi, bu bağ bireylerin iç dünyaları üzerinden, bireysellikleri dolayımıyladır. En bireysel hikâyelerde bile o edebi metindeki karakterin toplumsal olan’la bir bağı, bir derdi, kavgası vardır. “Bunalım edebiyatı” denilerek hor görülen metinlerde bile karakterleri bunaltan içinde yaşadıkları toplumun değer yargılarıyla uyumlanamıyor olmalarıdır. Dolayısıyla bu metinlerde de temel dert büyük ölçüde toplumsaldır, daha doğru bir deyişle, bireysel olan’la toplumsal olan’ın nasıl kesiştiğiyle, birbirinin üstüne geldikleri, birbirlerinden kaçtıkları, birbirlerini çektikleriyle ilgilidir.

– Pirtûk û Wêje: Dünyanın ve ülkemizin genel durumuna baktığımızda bölgesel savaşlar, sınıf farklılıkları arasındaki derin uçurumlar, bunların kendi aralarındaki keskin ve radikal mücadeleler, bir yandan gün geçtikçe hayatımızın her anına müdahale eden modern teknoloji, diğer yandan açlıktan bugün bile ölen insanlar söz konusu iken edebiyatın toplumsal sorunlardan uzak kalması, yani sosyal konulardan çok iyi laf ebeliği yapması iyi veya kaliteli edebiyat diye adlandırılabilir mi? Yoksa dünya ve hayat hep böyleydi sosyal medya sayesinde şükür bugün mü bunun farkına varıyoruz? Bu anlamda yazarken toplumsal sorunlara değinmek kaçınılmazlaşıyor mu, yoksa kırmızıçizgileriniz var mı?

Behçet Çelik: Yakın zamana kadar edebiyatla ilgili bir önyargı vardı. Daha doğrusu, bir paranın iki tarafı gibiydi. Bazıları edebi bir metinde toplumsal meselelere değinmenin yekten o metni edebiyat-dışı kıldığını düşünürken, bazıları da toplumsal meselelere uzak metinleri baştan olumsuzluyordu. Oysa politik-toplumsal bir konuyu odağına almak bir metni kendiliğinden ne iyi ne de kötü yapar. Edebi niteliği belirleyen anlatılanın “ne” olduğu değil, “nasıl” anlatıldığıdır. Bugün yazılan edebiyat eserlerinde toplumsal konulara daha sık tanık olmamızın bir nedeni içinde bulunduğumuz koşullar. Toplumsal sıkıntılar gündelik hayatlarımızı da altüst ediyor, sadece kamusal alanda kalmayan, özel alanı da kuşatan bir yanı var toplumsal sorun ve sıkıntıların. Sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi, bugünün dünyasında edebiyat bu meselelerden uzak kalmıyor, kalamıyor. Bunun yanı sıra şu noktayı da vurgulamak gerek: Toplumsal meselelere değinen yapıtların edebi niteliğinin olmayacağı ya da az olacağına dair hâkim bir önyargı vardı, o kırıldı. Bu gelişme, yazarları toplumsal meselelerle ilgilenmek konusunda cesaretlendiriyor, ancak az önce değindiğim gibi, edebiyatta asıl önemli olan o metnin odağına aldığı meseleyi nasıl anlattığı, nasıl işlediğidir. Edebiyat öncelikle bir dil işidir, dolayısıyla edebiyatın sorunlarından biri aynı zamanda kaçınılmaz olarak dildir. Bir şeyi nasıl adlandırdığımız, nasıl ifade ettiğimiz basit bir eşleştirme işlemi; kelimeler de olguları, nesneleri temsil eden işaretler değildir; seçtiğimiz dil, kullandığımız kelimeler o olguya nasıl baktığımıza dair görme biçimimizi, dünyayı algılama ve yorumlama biçimimizi de ele verir aynı zamanda. Hatta dil aynı zamanda kurucu bir işlev de görür, düşünme biçimimizi belirler. Dolayısıyla edebiyatçı kaçınılmaz olarak bir metin kurarken elinin altındaki yegâne malzemeyi, dili de yoğurmak durumunda kalır. Mevcut dilin yetersizliklerini (ya da algıları nasıl ustaca çarpıttığını, dinamik olguları statik hale getirdiğini vs) gördüğünde onunla boğuşmak zorundadır. Yeni bir biçimin, yeni bir dilin peşine düşerek yeni bir dünyanın, yeni bir insanın yaratılmasına kendince katkıda bulunur. “Laf ebeliği” her zaman olumsuz bir şey değildir, yeni bir sözün doğumuna yardım etmek anlamına da gelebilir.

– Pirtûk û Wêje: Öyküde istediğiniz yerde misiniz, yoksa ulaşmak istediğiniz belli bir hedefiniz var mı? Yolun Gölgesi ile bu anlamda o hedefe yaklaştınız mı?

Behçet Çelik: Yazmak, yayımlamak konusunda ulaşmak istediğim tek hedef içime sinen bir şeyler yazabilmeyi sürdürmek. Yolun Gölgesi özelinde şunu ekleyebilirim: bu kitaptaki öykülerin bazılarını yazarken değil belli bir hedefe ulaşmak, onları yayımlamak, içime sinmesi bile bir önem taşımıyordu, yazabilmek yetiyordu.

– Pirtûk û Wêje: Göç olgusu savaşlardan, ekonomik krizlerden, kapitalizmin getirdiği genel sorunlardan bağımsız ele alınamaz. Göçmenler yarım asırdan fazladır gurbette. Bunun yanı sıra Kürtlerin hak arama mücadelelerinde on binlerce insan hayatını yitirirken milyonlarcası iç ve dış göçe maruz kaldılar. Ortadoğu barut fıçısı, emperyalist müdahalelerle meydana gelen savaşlar ve Siyasal İslam’ın atağa geçmesiyle yine milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu. Siz bizzat kurban değil daha çok gözlemci veya karşı taraftan biri olarak göçün sizde bıraktıklarını yazdınız. Hiç göç etmeyi, başka diyarlara gitmeyi, kendi kendinizi sürgüne göndermeyi düşündünüz mü?

Behçet Çelik: Kendimi sürgüne göndermeyi düşünmemi gerektirecek koşullarda olmadım şükür ki. Son yıllarda bir çekip gitme muhabbeti almış gidiyor. İmkânı olanların, ekonomik anlamda ayrıcalıkları olanların dilinde bu. Üstelik işin tuhafı, kendileri çekip gitmekten söz edenler çok zaman başka ülkelerden, bilhassa Suriye’den buraya göç etmek zorunda kalanları ya da kendi ülkelerinde köylerinden, şehirlerinden kopmaya zorlananları, köylerine şehirlerine dönemeyenleri hor görüyorlar. Yüz yılı aşkın süredir nüfus politikalarının bu coğrafyada salt bir baskı ve şiddet biçimi olmadığını, aynı zamanda kurucu bir işlev gördüğünün farkında olmadıkları gibi, insanların ülkelerini, doğup büyüdükleri yeri terk etmesinin çok kolay olduğunu sanıyorlar. Ekonomik anlamda ayrıcalıklı olanlar için kolaydır belki de.

– Pirtûk û Wêje: Teşekkür eder çalışmalarınızda başarılar dileriz.

(Pirtûk û Wêje blogunda yayımlanmıştır.)

Comments

Comments are closed on this post.