Tercümede Kaybolan - Yalçın Tosun

Tuesday, August 23, 2011 7:52:00 PM

2009 yılında yayımladığı Dünyanın Uğultusu adlı romandan sonra Behçet Çelik’in en çok verim verdiği türe; öyküye dönüş yaptığı yeni kitabı Diken Ucu adını taşıyor. Böylece yazarın, 1992 yılında ilk öykü kitabı ‘Deli Derviş’le başlayan bu yazın macerasının -şimdilik- son halkası olan altıncı öykü kitabı da okuyucuyla buluşmuş oluyor.

Öykü gibi birçok açıdan zor diye tanımlanabilecek bir türde altıncı kitabını yayımlamış olması bile, tek başına Behçet Çelik’in dünyasına girmek isteyenler için yeterli bir ipucu olmalıdır. Birkaç sayfaya, sakin ve çoğun gündelik bir dili kendi özgünlüğüyle mayalayarak, gereksiz tansiyon yükseltileri olmaksızın, ama durağanlık hissi de vermeyerek bir hikaye sığdırabilme yetisini göreceklerdir okurlar o sayfalarda.

Diken Ucu on dört kısa öyküden oluşuyor. Yazar, sesini çığlığa vardırmıyor ama aynı etkiyi sağda solda her gün karşımıza çıkan tozlu-yıpranmış eşyalara, taşımaktan yorulmuş, bıkkın omuzlara, yağmur biriktirmiş sokak köşelerine ve en çok tanımı zor duygulanımlara dayanarak yaratmayı biliyor birçok öyküde. Bazen bir ayrılığın o zor hazmında (‘Bu da nereden çıktı şimdi diye sormayı sürdürdüm kendi kendime – ona soramazdım. Yanıtı basitti aslında. Bugüne kadar neden beklediğini sormalıydım belki de’; Dolabın Kapağı), bazen ana-babamızın olmamızı istediği insana dönüşmeme inadının gölgesinde, asıl öfkemizin akıp giden zamana olduğunu görme anında (‘Elalemin oğlu kızı nasıl da güzel tepki veriyordur ana babasıyla birlikte. Hepsi ana babasına benzedi. Beraber büyüdük, aynı okullara gittik, aynı müzikleri dinledik, aynı filmleri seyrettik, ama bende tutmadı maya.’ Tutmayan Maya), ama illâ, dünyanın bayağı gerçeğiyle çarpışıp duran iç sesimizle ve asıl ben’imizle olan mücadelede ve yılgınlıkta (‘Bense gülemiyorum. Korunması kayırılması gereken biri olduğumu bilmiyor muydum, ne demeye bozuluyorum şimdi! Onlarda bu hissi uyandıran ben değil miyim? Benim halim onların diline tercüme edildiğinde ortaya bu çıkıyor- neler kayboluyor tercümelerde.’ "Gecede Tuhaf Gölge") ortaya çıkıyor bu çarpıcı etki. Söz söylenir söylenmez, insanın içindekiyle de, diğer insanların ortak diliyle de örtüşmüyor. Söz, özün sureti oluyor, çarpıtıyor onu; bozuyor. Kişi sadece konuşarak belki de en çok kendine ihanet ediyor.

Pişmanlıklar, hayal kırıklıkları; hem kendinden, hem başkalarından -kısaca hayattan- beklediklerinin zamanla boşa çıkması... Birçok öyküde ön plana çıkan bu duyguların gölgesinde gene de deneyen öykü kişileri yolun bir yerinde hep aynı duvara çarpıyorlar. Kirlenmiş bir masumiyeti ince tüllerden süzerek kendinin kılmak, onu sahiplenmek yerine, sürekli değişen, değiştikçe kirlenen ve unutan insanlar, dili de tuhaf bir biçimde kendileştirerek anlaşılmaz hale getiriyorlar. Bozulan, değişen sözcükler artık kişinin sadece kendisinin bildiği, anladığı bir sesler toplamına dönüşerek diken ucu gibi batıyor konuşmak için konuşmanın beyhudeliğini bilenlere. (‘Belli ki iyi kötü konuşuyor olmamızdan hoşnut; anlamlı anlamsız bir şeyler konuşalım, sesler, heceler, kelimeler gidip gelsin aramızda.’ "Diken Ucu").

Bir değişimler toplamı olarak hayat karşısında, Çelik’in öykü kişileri benzer tepkiler ve sorgulamalarla dokunuyorlar kendi yaralarına ve başkalarınınkine. Kimi öykülerdeyse, daha kabullenmiş, oluruna bırakmış ve huzuru belki biraz -ancak bu şekilde- bulmuş olarak görünüyorlar; bazen çoktan kaçırılmış bir geminin hayalinde, bazen gerçek olup olmadığı tartışmalı eski bir tablonun peşinde.

Diken Ucu’nda yer alan ve diyalogların akıcılığında, olgun bir dilin sadeliğinde oluşmuş tüm öyküler belki de en çok, içimizdeki gizli dilin dış dünyaya açılırken tam olarak tercüme edilemeyeceğini bilmenin hüznünü ve bu şekilde çoğaltıp durduğumuz yalnızlığı yansıtıyor.

Notos'ta yayınlanmıştır.

Comments

Comments are closed on this post.