SÖYLEŞİ:"Sıkışmış Bir Şimdide Yaşıyoruz" - Aslı Tohumcu

Thursday, December 2, 2010 2:26:00 PM

Bir durakta beklerken, işlek bir caddeden geçerken ya da her ne sıradan eylemse gündelik hayatın içinde yaptığınız, hayatın sesini kısıp kulak kabarttığınızda neler duyarsınız! İnsanların kendi kendilerini terk etmişliklerinin kederini, olduramadıklarının öfkesini ya da söyleyemediklerinin boşvermişliğini? Bunları duyacak olursanız, koca bir boşluk dolar yüreğinize bütün o mutsuzluklar, üzüntüler, yoksunluklarla birlikte. Varsın dolsun, kaçmaya, gözardı etmeye çabalasak da, hayat bu!
Yüreğinizin ve anlayışınızın pasını atmaya, uzundur romanın gölgesinde bir çıraklık uğraşına çevrilmeye çalışılan hikâyenin aslında ne mene bir keyif, ne mene bir mikroskop olduğunu hatırlamaya gönlünüz varsa eğer, Behçet Çelik’in yeni öyküleri Diken Ucu’nun sayfalarını çevirmeye başlayın. Hayatın içindeki hikâye nerede, kimdedir, Türkçe ne kadar sevgili bir dildir göreceksiniz.
Dünyanın uğultusunu anlatmayı sürdürdüğünüzü ve bu anlatıyı tek tek bireyler üzerine kurduğunuzu söyleyebilir miyiz Diken Ucu’nda? Ancak bu bireylerin hepsinin de bir bünyeyi, o bünyedeki ortak noktaları işaret ettiğini?
Edebiyatın, giderek işitmez olduğumuz, ama anbean beynimizi deşip ruhumuzu yoran uğultuları işitmemize aracılık ettiğini düşünüyorum; kesinlikle uğultuyu örtmek ya da bastırmak değil! Romanın isminde kullanmıştım, ama romana kıyasla öykünün derinden gelen sesi “uğultu”yu ifade etmek için daha uygun. Öykü kişilerinin maruz kaldıkları uğultulara kulak kabarttığımızda aynı uğultunun farklı tonlarını işitiyoruz. Şöyle bir ortalıktan söz edilebilir: Yıllarca konuşup söylenirken yarattıkları gürültüden sıkıldıkları için sessizleşmeyi, içe dönmeyi yeğlemişler; bunun sayesinde de uğultunun farkına varmışlar. Bir başka metafora sığınayım son olarak. Kendileriyle ve başkalarıyla ilişkilerinde yay gibi gerildikleri için ufacık bir temasla uğuldamakta, dışarıdaki büyük uğultuya katılmaktalar. Kendilerinin de büyük uğultunun bir parçası olduğunu sezmek üzereler.
Edilmiş bir cümle üzerine kurduğunuz bir hikâyeyi, o cümleyi telaffuz etmeden de bir gerilim yaratarak anlatmayı başarıyorsunuz. Ortaya “içinde dönüp durduğu çemberleri”yle hüzünlü insan hikâyeleri çıkıyor. Dolayısıyla bir olay hikâyeciliği yapmadığınız, insanlık halleri üzerine kalem oynattığınız saptamasını yapabilir miyiz?
Ortalığı sarsan ‘büyük’ olaylar olduğunda “olay oldu” deriz. Oysa otobüse binmemiz de bir olaydır, otobüste karşılaştığımız kişiye selam verip vermemeyi düşünmemiz de... Bunlardan söz ederken, “Sana bir olay anlatacağım” demeyiz, hatta bu gibi insan hallerinden söz etmeyiz bile. Olay-olmayan olaylardır bunlar. Her birinin o tırnak içerisindeki olayla, bizi derinden etkileyen, sarsan, utandıran olaylarla az ya da çok bir ilgisi vardır. Yapmaya çalıştığım büyük olayları, olay-olmayanları anlatarak sezdirmek. Bu ‘olay’ şimdi de ya da geçmişte olabilir. Bazen de “olay”ın az öncesini anlatmayı, her şeyin çok yolunda gittiği sanılırken, ‘olay’ın nasıl serpilip geliştiğini anlatmayı seviyorum.
Her öyküde, anlatmadıklarınız da dikkatini çekiyor insanın! Oysa bu öykü kişilerine dair yakın bir okuma yaptığınız belli… Görünenin arkasındaki okuyucuya bırakmış gibisiniz, üstelik bu tutumun ilk örneği de değil sanki Diken Ucu
Haklısınız, bir şeyi anlatırken, bir yandan da başka bir şeyi sezdirmeyi amaçlıyorum çoğu zaman. Sezdirmeye çalıştığım şeyin tam olarak ne olduğu çok önemli değil. Farklı insanlar farklı şeyler sezebilirler. Kesik çizgilerle anlatılmış bir hikâyenin eksik yerlerini herkes kendi deneyimleriyle tamamlayacaktır. Böylece farklı hikâyelere ulaşılabilir, ama bu farklı hikâyelerin arasında da bir ruh yakınlığı bulunmasını gözetiyorum. Bu tutumun yeni olmadığı konusunda da haklısınız, önceki kitaplarımda da görünenin arkasındakini okura bırakan öyküler yazmaya çalışmıştım.
Bu tutumunuz, hikâyelerin okundukça değişmesi, aksi takdirde hikâye olmayacağı gibi bir teze dayanıyor mu?
Edebiyatla ilgili tezlerden kaçınmak gerek. Şöyle hikâye olmaz dersiniz, ertesi gün öyle bir hikâye okursunuz ve olmaz dediğiniz şeyin bal gibi olduğunu görüp utanırsınız. Bununla birlikte, giderek bana kendisini yazdıran, bende bir hikâye gizli diyen durumların çoğu zaman benzeştiğini saklayamam. Kitaptaki öykülerden Kaldığımız Yer gerçek bir olaya dayanıyor. İHD Diyarbakır şubesinin bir projesiydi bu; gerçek insan hakkı ihlallerinden yola çıkarak öykücülerden öykü yazmaları istenmişti. Projenin başında bulunan öykücü arkadaşım (aynı zamanda İHD şube başkanı) Muharrem Erbey bir yıla yakın süredir tutuklu olduğu için proje yarım kaldı. Gerçek bir insan hakkı ihlalinden yola çıkarak bu öyküyü yazdım, ama öyküyü kurarken de söz ettiğiniz tutumu yeğledim. Anlattığım hikâyenin içerisinde bir başka hikâye bulunmasını ve bunun çok belirgin olmamasını istedim. Hikâyeyi de ancak bunu akıl edince yazabildim.
Geçmişimizle hesaplaşmayı başaramıyor muyuz, öykü kişilerinizdeki tatsızlık, gölgede kalma ya da bir coşkuyu yakalamayı başaramama hali bu yüzden mi?
Sanırım geçmişle hesabı kapatabilmek için şimdide belli bir sakinliğe kavuşmak gerek. Hatta o sükûnet geçmişe bakışımızı öylesine değiştirir ki hesaplaşmaya bile gerek kalmaz. Şimdimizin geçmişimizle ruhsal-duygusal anlamda çok bir farkı yoksa, hatta daha da kötürümleşmişsek, eskiden bizi iyi kötü heyecanlandıran şeyler karşısında sinik bir gülümseme yerleşiyorsa yüzümüze, ya da bizi heyecanlandıran, duygulandıran bir şey kalmadığı için geçmişle hesaplaşmayı bir ‘heyecan’ olarak sürdürüyorsak, o hesabı kapatamayız. Sanırım geçmişle geleceğin arasında sıkışmış bir şimdide yaşıyoruz; yazmaya çalıştığım da bu şimdinin öyküsü.
Hikâye kişileriniz karşısında insan taraf tutmak ya da kızmak gibi tepkiler veremiyor, ancak belirgin bir hüzne kapılıyor kitabın kapağını kapatırken. Sizinki tarafsız, anlatan değil de anlamaya çalışan bir duruş olduğundan mı?
Başkasını anlamaya çalışmadan kendimizi anlamaya çalıştığımızda bir sonuca varmamız zor; tersi de geçerli, kendimizle didişip insan olmanın ne menem bir şey olduğunu yakından ve derinden görüp hissetmemişsek, başkasını anlamamız kolay olmaz. Hikâye kişileri belirttiğiniz üzere okuyanda anlıyorum hissi uyandırıyorsa, bu, kendilerine bakarken mümkün olduğunca soyunmayı ve göreceklerinin vereceği acıyı göze almalarından kaynaklanıyor olabilir. Başta da konuştuk, onların başlarından geçen büyük olayları anlatmıyorum, ama geçmişlerinde büyükçe olaylar yaşadıkları, bunların onlarda çeşitli izler bıraktıkları ortada. Kendileriyle didişmeyi sürdürüp biraz daha derindekini görmeye çabaladıkları bir anda onları tanıyoruz, tam da odak ayarı yaptıkları sırada. Bakışlarını başkalarına çevirdiklerinde de önceki ayarda kalıyor odakları, bu durumda gördükleri hoş bir şey olmuyor. Belki okuyan kişi de bu ayarı seziyor, kim bilir, belki bir an birlik duygusu gibi bir şey duyuyor; kahraman, onun baktığı kişi ve bu metni okuyanın çok da farklı olmadıklarını seziyor. Bu durumda, önce hüzün duyup sonra da anlamaya çalışmaktan başka ne gelir ki elden.
--

Bazen başı dönüyor insanın
Meselesi insan olan hikâyeler Behçet Çelik’inkiler. Dolayısıyla bir olay hikâyeciliğinden ziyade durumlar, insan halleri üzerinden akıyor hikâyeleri de. 80’lerin sonunda çıktığı hikâyecilik yolculuğunda, öykülerinin ya da tek romanı Dünyanın Uğultusu’nun her satırında dilsel ve tematik bir istikrarı koruyor, kendini tekrar etme tuzağına düşmeden. “Gözlerimizi sallantılı bir denize bırakır gibi” içine bırakıyor hikâye kişilerinin. Bazen başı dönüyor insanın, bazen manzaraya dalıp gidiyor, bazen de kendini suya bırakası geliyor…

Comments

Comments are closed on this post.