SÖYLEŞİ: “Öyküler Aklıma Mekânlarıyla Birlikte Gelir” - Elif Şahin Hamidi

Saturday, June 4, 2011 11:36:00 AM

Behçet Çelik’in eski kitapları, yeni baskılarıyla tekrar okurla buluştu. “Diken Ucu”nun 2. baskısının ardından “Dünyanın Uğultusu”, “Gün Ortasında Arzu”, “Düğün Birahanesi”, “Herkes Kadar”, “Yazyalnızı” ve “İki Deli Derviş”, Can Yayınları tarafından yeniden basıldı. İlk olarak 2004 yılında yayımlanan “Düğün Birahanesi”ni, yeni baskısının ardından Behçet Çelik’le konuştuk.

Elif Şahin Hamidi: Kitabın başında, Edip Cansever’in “Tek imge kayalardır, işte orada…” diye başlayan dizelerine yer vermişsiniz. Bu dizeler ile öyküler arasında sıkı bir bağ var sanırım. Bu bağdan bahseder misiniz?

Behçet Çelik: Düğün Birahanesi'nin girişinde Edip Cansever’in “Salıncak” şiirinden sözünü ettiğiniz birkaç dizeyi alıntılamıştım. Bunun bir nedeni, kitabın ilk öyküsünün sonundaki rüya bölümüydü. Öykü kişilerinden biri bir mektup yazarak gördüğü rüyayı anlatır. Gerçeküstü bir görüntü vardır rüyada, her yer taştır, kayalıktır, tek bir ot yoktur. Bu öyküyü yazdıktan sonra Cansever’in şiirine bir vesileyle rastladığımda “tek imge kayalardır” dizesi dikkatimi çekmişti. Yine de bu dizeleri sadece bu nedenle epigraf olarak alıntılamadım. “Salıncak” çok sevdiğim ve beni çok etkileyen bir şiirdir. Daha sonra bir dizesini de (“Taş kesilmesin diye taş”) Dünyanın Uğultusu'nda alıntıladım. Şiirin bütünü bana hem çok gizemli hem çok açıklayıcı gelir. Alıntıladığım bölümde (“Tek imge kayalardır, işte orada/Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada/Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada/Her şey hep kayalardır; otlar da böcekler de, sular da/Günler de, zamanlar da/Görünen bir zamandır çünkü orada”) kendimizi ve dünyayı taşlaşmış hissettiğimiz zamanlarda bile içimizde bir şeylerin yaşadığını fark etmemizi sağlayan bir söz var gibi geliyor bana. Öykü kahramanlarımın suskunlukla­rın­da, taşlaşmışlıklarında bir bıkkınlık, solgunluk, handiyse bir cansızlık sezilir ama onların bu ruh halinde de yaşayan bir şeyler var. Sanki bu dizeler bu durumun altını çiziyor.

Elif Şahin Hamidi: Bir öyküde çok da önde olmayan, arka plandaki bir kahraman, bir başka öykünün başkahramanı olarak karşımıza çıkıyor. Ama çok da emin olamıyor insan; “acaba o mu?” diye sormadan edemiyor. Farklı bir “hikâye etme” yolu diyebilir miyiz buna?

Behçet Çelik: “Düğün Birahanesi”ndeki öy­küleri yazarken bunlar ileride bir kitap olacaklar, bu öykünün yan karakterini bir başka öyküde başkahraman yapar, sonra da onun öyküsünü yazarım diye düşünmedim. Ama şu oldu; bir öyküyü yazarken öykünün arka planına koyduğum kişileri belli belirsiz başka bir öykünün kahramanlarından seçtim. Bu kişiler anlattığım öykünün fonunda yer aldılar sadece. Bunu yaparken amacım öykü kişilerinin, farklı öykülerin kişileri de olsalar, aralarında bir akrabalık olduğuna dikkat çekmekti. Benzer yerlere giden, belki de oralara sığınan insanların ruhsal bir akrabalığından söz edebiliriz sanırım. Bazı öykülerin birbirinin devamı gibi algılanabileceğini de düşünmüştüm. Bunun ne altını çizdim ne de öyle olmadığını belirtecek şeyler ekledim. Böyle belirsiz bir kesişme alanları yaratarak ayrı yerlerde, ayrı zamanlarda yaşadığımız öykülerin benzerliğini vurgulamaya çalıştım.

Elif Şahin Hamidi: Kahramanların ortak bir özelliği var; iletişimsizlik. 30’lu yaşlarının başında, eğitimli, daha anlamlı bir hayatın varlığına inanan ve belki bu sebeple huzursuz, iletişim kurma güçlüğü yaşayan kahramanlarla buluşuyoruz öykülerde. 12 Eylül kuşağıyla karşı karşıyayız sanırım…

Behçet Çelik: 12 Eylül kuşağı bunu sert biçimde yaşadı, ama sonraki kuşaklar için de geçerli olabilir bu durum. Sorun biraz da hayat tarzının değişikliğiyle ilgili. Doğrudan politik olmaktan çok gündelik hayatın içerisindeki politik durumla ilgili belki de. Öğrencilik hayatından iş hayatına geçiş, bir anlamda toplumun beklentilerine uygun bir hayat tarzına uyum sağlamaya çalışmak… Sözünü ettiğiniz gibi “daha anlamlı bir hayatın varlığına inanan” genç insanlar için bu yeni hayata alışmak, uyum sağlamaya çalışmak çok daha sancılı oluyor. Toplumsal hayat, rekabetçi bir yaklaşım temelinde örgütlenmiş durumda. Paylaşımdan, eşitlikten yana ideallere inanmış genç insanlar için baştan aşağı rekabete dayalı bu yeni yaşam biçimi ciddi bocalamalara neden oluyor. Kendi aralarında oluşturdukları küçük topluluklara, arkadaş gruplarına çekilenler gene şanslılar; çoğunlukla yoğun bir yalnızlık bekliyor onları.

Elif Şahin Hamidi: Hikâyelerin örüldüğü mekânlar genelde sokaklar, evler ve özellikle ev içleri. Hikâyelerdeki mekân seçiminizden bahseder misiniz?

Behçet Çelik: Bizi kimi mekânlara çeken ruh durumlarımızdır. Aynı biçimde, ruh durumlarımıza göre seçtiğimiz mekânlar bize dair bir şeyler de söyler. Bazı mekânların ruhu vardır, bizi çekerler, ama bazısı da o kadar ruhsuzdur; yine de kimi zaman oralarda buluveririz kendimizi. Bu nedenle birkaç sayfalık bir öyküde meramımızı anlatabilmek için mekân ve atmosfer, kişiler kadar önemli olabilir çoğu zaman. Şunu da belirtmeliyim; çoğu zaman öyküler aklıma mekânlarıyla birlikte gelir.

Yani anlatmak istediğim bir şeye uygun mekân seçmem. Bana öyküsünü yazdıracağını düşündüğüm olay, kişi, ilişki vs. ortamını da beraberinde getirir. Nadiren bir mekânın da bana öykü yazdırdığı olur. Buraya kim gelir ki gibi bir soru geçer aklımdan, niyetim o anda öykü yazmak da değildir, sonra kendimce tahmin etmeye çalışırım; aklıma gelen yanıtların bir öyküye dönüştüğü olmuştur.

Elif Şahin Hamidi: 1996 yılında yayımlanan “Yazyalnızı” ile 2004 yılında yayımlanan “Düğün Birahanesi” kitaplarınız arasında geçen zaman zarfı, öykücülüğünüze nasıl etki etti; nasıl bir yol kat ettiğinizi değerlendirir misiniz?

Behçet Çelik: Bu arada 2002’de Herkes Kadar yayımlanmıştı. Yine de bu aradaki altı yıl az bir zaman değil. Bu dönem nispeten edebiyattan uzaklaşır gibi olduğum bir dönemdi. Yazyalnızı 1996’da yayımlanmıştı, ama oradaki öyküler de esasında 1991-1994 yıllarında yazılmıştı.

Gerçekten de uzun sayılabilecek bir süre kitap yayımlamadığım bu dönemde tek tük öyküler yazdığım oldu, ama dergilerde de pek öykü yayımlamadım. Aslına bakarsanız, az önce sorduğunuz soruya verdiğim yanıttaki durumdaydım: Yeni bir yaşam ritmine uyum sağlamaya çalışıyordum. Edebiyattan uzaklaşır gibi olduğum bir dönemdi ama okumaktan koptuğum bir dönem değildi. Daha önce okumamış olduğum kimi yazarları, özellikle Modern Türkçe edebiyatın erken dönemlerinin o zamana kadar ihmal ettiğim kimi yazarlarını okudum. Sözünü ettiğimiz yılların yayıncılık dünyasında önemli gelişmelerin olduğu bir dönem olduğunu da eklemeliyim. Önceki yıllara göre daha çok ve daha çeşitli kitap yayımlanır olmuştu. Edebiyat kuramının yanı sıra, sosyal bilimler, insanbilimleri alanlarında yayımlanmış çok önemli kitapların çevirileri peş peşe yayımlandı o yıllarda. Edebiyata, öyküye bakışımda kimi değişiklikler bu dönemde okuduğum kitapların etkisiyle oluşmuş; bunu sonraları fark ettim. Yine de o yıllar üniversite öğrencisi olduğum yıllardaki heyecanı aratan zamanlardı. Öğrencilik hayatını bilirsiniz, insan okuduklarını arkadaşlarıyla paylaşır, yeni okuduğu bir şeyle heyecanlanıp müthiş işler yapacağını umar vs. Bu dönem daha sakin ve heyecansız bir dönem oldu benim için. Doğrusu, o yıllarda nasıl öyküler yazmalıyım diye de çok düşünmedim, pek yazmadım da. Yazmakla arama bir mesafe girmişti, ama neyse ki bu dönem uzun sürmedi. Başka arkadaşlarımdan biliyorum, böylesi dönemler uzadıkça uzuyor ve insan bir bakıyor ki edebiyat onun hayatından neredeyse bütünüyle çıkmış.

Elif Şahin Hamidi: Semih Gümüş, Gün Ortasında Arzu kitabınızdaki öykülerinizin; süssüz, söz sanatlarına çok az yer veren, doğrudan anlamla var olan bir dile sahip olduğunu; bu dilin kısa tümcelerle kurulduğunu belirtiyor. Bu özellikler “Düğün Birahanesi”ndeki öyküler içinde geçerli diyebiliriz…

Behçet Çelik: Öykü kitaplarımın çoğu için geçerli olabilir bu sözler. Süslü bir anlatım yerine her şeyin anlatılmadığı, içerisindeki boşlukların okuyucu tarafından tamamlanmasına imkân tanıyan eksiltmeli bir anlatımı yeğliyorum. Cümlelerdeki anlamın yanı sıra, metnin bütününün yeni bir anlama işaret etmesini istiyorum. Bir olayı anlatır ya da bir durumu ifade ederken anlatılanların ötesindeki başka olay ya da durumları sezdirmekten söz ediyorum. Metnin bütününün ancak bu ikisini birlikte düşündüğümüzde daha net görebildiğimiz bir yapısı olsun istiyorum.

Elif Şahin Hamidi: İlk romanınızı çok yakın zamanda, 2009 yılında yayımladınız. “Dünyanın Uğultusu” adını taşıyan bu roman, altı öykü ve bir derleme kitabının ardından ortaya çıktı. Neden beklediniz roman yazmak için? Öykü ve roman yazarlığını/yazarı olmayı değerlendirir misiniz?

Behçet Çelik: Roman yazmanın günlük koşturmaca içerisinde kolay olmadığını düşünüyordum önceleri. Şimdi bile nasıl zaman bulup da roman yazabildiğime şaştığım oluyor. Dünyanın Uğultusu'na başlayana kadar roman yazmaya kalkışmamıştım. Bana kendini yazdıran şeyler öykü olarak geliyorlardı aklıma.

Dünyanın Uğultusu'nun ilk nüveleri zihnimde oluşmaya başladığında bunun ancak bir romanla anlatılabileceğini düşünmüştüm. O zaman da cesaretim yoktu roman gibi hacimli bir işe kalkışmaya, bir arkadaşım cesaret verdi, açıkçası biraz da onun iteklemesiyle başladım romana. Sürdürebileceğimden emin değildim başta, ama sonra sürekli ve düzenli bir biçimde yazmayı sürdürdüm.

Gün Ortasında Arzu'nun ilk bölümündeki öyküler birbirini takip eder gibidir. O öyküler peş peşe yazılmamıştır, ama zihnimi zaman zaman meşgul eden aynı öykü kişisinin yer aldığı, farklı zamanlarda yazdığım öyküler çıkmıştır ortaya. Yine de bu öyküleri kitaba peş peşe koyduğum halde aynı kişi olup olmadığı konusunu bir parça belirsiz bırakmaya çalıştım. Aynı kişinin başka anlarını da öyküleştirseydim ortaya bir roman çıkar mıydı diye düşündüğümde yanıtım net: Çıkmazdı. Bunu roman yazmakla öykü yazmak arasındaki farkı anlatmak için söylüyorum. Çok farklı bir matematiği var bu iki türün. Aralarındaki fark sayfa, kişi ya da olay sayısı değil. Yapıları, sistematiği farklı. Öykü ve roman yazarı olmanın farkını da soruyorsunuz. Bu ikisi de farklı. Romanın yayın dünyasında öyle bir hegemonyası var ki ister istemez herkesin romancıdan beklentisi başka türlü oluyor. Yapılan söyleşilerdeki soruların tonu da değişiyor. Romancıdan edebiyatın ötesinde bir şey bekleniyor. Dünyanın Uğultusu, 2001 krizinde geçiyor; şans bu, roman da 2008 krizi sürmekteyken 2009 başında yayımlandı. Benimle yapılan birkaç söyleşiyi okuyan bir arkadaşım, “Yakında senden krizden nasıl çıkacağımızın formülünü de isterlerse şaşmam” demişti. Abartıyordu abartmasına ama ilginç bir noktaya değiniyordu. Tarihi roman yazarından tarih dersi, aşk romanı yazarından aşkın ne olduğu ya da olmadığına dair formüller bekliyoruz galiba. Romanın böyle bir yanı var. İşin yazar olmak kısmı böyle. Yazmak bahsine gelince… Roman yazarken insan uzunca bir süre aynı kişilere yoğunlaşıyor, deyim yerindeyse ikinci bir hayat yaşıyor romanın yazılma sürecinde. Bu çok farklı bir deneyim.

Elif Şahin Hamidi: İlk öyküsü Varlık dergisinde yayımlanmış bir yazar olarak, dergi ve gazetelerin genç yazarlar için öneminden bahseder misiniz? Şu an piyasada yer alan kültür-sanat- edebiyat dergileri hakkında neler düşünüyorsunuz?

Behçet Çelik: İlk öykümün Varlık’ta yayımlanması beni çok motive etmiştir. O dönemde yazdıklarımı yayımlatamasaydım belki de yazmayı sürdürmeyebilirdim. İnsan o yaşlarda yaptıklarının karşılığında bir yerlerden bir ses gelmesini daha çok arzuluyor. Bir anlamda yaptıklarının ne olduğu ya da olmadığı sorularının yanıtı oluyor karşıdan gelen bu sesler. Benim için dergilerde yayımlatmak kadar dergilerin mutfağında olmak da çok önemli oldu. Önceki sorularınızdan birinde uzunca bir süre yazmadığımdan konuşmuştuk, o suskunluk dönemi yayımlamakta olduğumuz Yazılı Günler dergisinin kapanmasıyla başlar aslında. Daha sonra yeniden yazma işine ciddi biçimde dönmem de Virgül dergisiyle ilişkiye geçmemin sonrasıdır. Virgül bir edebiyat dergisi değildi, kitap ve eleştiri dergisiydi, ürün yayımlanmıyordu orada, ama o derginin mutfağında yer almak kitap dünyasını, yayımlanan kitapları, yazılan eleştirileri takip etmemi sağlıyordu.

Hayatlarımız çok çabuk edebiyatın dışına çıkabiliyor, okul yıllarında güzel şeyler yazmış, ama sonrasında şu ya da bu nedenlerle sürdürmemiş, sürdürememiş çok arkadaşım var. Bu arkadaşlarımın ciddi bölümü yazdıklarını bir yerlerde yayımlatamadıkları için edebiyata küsmüştür. Bu nedenle dergilerin genç yazarlara sayfalarını açmaları çok önemli görünüyor bana. Günümüzde yayımlanan dergiler de imkânları nispetinde bunu ihmal etmiyorlar. Teknolojik gelişmeler dergi yayımlamayı kolaylaştırdı, ama piyasa koşulları bu dergileri okurla buluşmasının önünde engel üstüne engel çıkartıyor. Dağıtım koşulları çok zor, kitapçılar giderek değil dergiden, kitaptan bile kaçıyor. Bu koşullar altında dergi yayımlamayı sürdürmek, hele ki arkanızda güçlü bir kuruluş yoksa gerçekten çok zor. Bu koşullarda yayımlanan dergilerde henüz hiç okuru olmayan genç yazarlara yer vermek, her şeye ekonomi mantığıyla bakanlara riskli görülebilir, ama bir de edebiyat mantığı var. Bu da tam tersini söyler. Edebiyat dergilerinin var olabilmeleri için mutlaka genç okurlarından zaman içerisinde yeni yazarlar yaratması gerekir. Bu işin doğasında bu var. Bunu ihmal ettiğinizde yayımlayacağınız şey bir derleme olur, ama edebiyat dergisi olmaz. Ne güzel ki hâlâ hayata sadece ekonomi gözlüğüyle bakmayanlar var.


Comments

Comments are closed on this post.