SÖYLEŞİ: Yaşadığımız Dünyada Parçalanmışlık Kaçınılmaz - Sevda Aydın

Thursday, February 2, 2012 11:20:00 PM

‘İki Deli Derviş’ ‘Yazyalnızı’, ‘Herkes Kadar’, ‘Düğün Birahanesi’,’Gün Ortasında Arzu’  gibi kitaplarından tanıdığımız Behçet Çelik son yayınladığı öykü kitabı ‘Diken ucu’ ile Haldun Taner Öykü Ödülü’nü almıştı. 2010’da yayınladığı ‘Diken ucu’ndaki öykülerde Çelik, sıradan yaşamların sürdüğü evlere konuk ediyor okuru. Öykülerinde sessizce savuşturduğumuz pek çok anı yakalayan Çelik, yarattığı karakterlerde de hikayelerin sessizliğini koruyor.
Çevremizde yaşanan onca gürültülü tartışmalara, kavgalara kısa bakışlar atıp geçiyor Çelik’in öyküleri. Tamda kendi dediği gibi ‘dışarının gürültüsüne bir tepki onların sessizlikleri’.

"İlk andaki şaşkınlığımı ‘bakarız’ deyip geçiştirirken göz hizamda tuttuğum gazeteyi hafifçe yukarı kaldırıp arkasına saklandım. Ne hal aldığını bilmediğim yüzümü görmesini istemedim. Görse ne olurdu sanki? Telaşımı mı fark ederdi? Fark etse ne? Şart mıydı soğukkanlı gözükmem? Bunları birkaç dakika sonra düşündüm, yaptığımın saçmalığını fark edince." Çelik’in ‘Diken Ucu’nun öyküleri, yapılan bu içsel tartışma ile başlıyor.

1968’de Adana’da doğan Behçet Çelik’in ilk yazısı 1986’da Yeni Adana gazetesinde, ilk öyküsü Varlık dergisinde yayınlanmıştı. Hâlâ çeşitli dergilerde edebiyat üzerine yazılar yazan Çelik’in eserleri piyasada çokça tartışılan ‘devasa’ yapıtların arasından naifliğiyle sıyrılıyor. Behçet Çelik’le yazın dünyasını ve Diken Ucu’nu konuştuk.

‘Diken Ucu’ndaki öykülere baktığımızda, sürekli çevresinde yaşanılanları içsel olarak sorgulayan ama bunları konuşamayan, tartışamayan karakterler görüyoruz. Sizce modern insanı bu kadar sıkıştıran, kapatan nedir?
Diken Ucu’ndaki öykü kişileri dışarıdakilerle pek konuşmuyor ve tartışmıyorlarsa da, bütünüyle sessiz değiller; kendi içlerinde bir sorgulamayı sürdürüyorlar. Belki de öbürleriyle konuşamamalarının bir nedeni de bu. Kendi içlerine döndükten sonraki hallerini yazmaya çalıştım. Öykülerde anlatılan anın öncesinde neler yaşadıklarını ise sadece sezdirmekle yetindim. Yine de onların sessizliklerini dışarının gürültüsüne bir tepki olarak görmek mümkün sanki. O gürültünün bir parçası olduklarını biliyorlar, en azından bir zamanlar onlar da çeşitli korolara katılmışlar. Öykülerin anlatıldığı andaki sessizlikleri, içe dönmüş olmaları kadar biraz da buna bir tepki.

ANLIK İHANETLERİMİZİN SONUCU ÇIKAN BÜTÜNE HAYATIMIZ DİYORUZ

Yazdıklarınız bir bütünün parçaları gibi... olmamışlıklar, pişmanlıklar, sessizlikler, ifadesiz yüzler... bunlar neden olmazsa olmazları ‘bütününüzün’?
İnsanların kendilerini özgürce gerçekleştirebildikleri, yaratıcılıklarının teşvik edildiği bir toplum düzeninde yaşamıyoruz. Her şeyin alınıp satıldığı, özgürlüğün, sevginin, başka bir dolu değerin paraya ve güce endekslendiği bir toplumsal yapıda insanların bütünlüklerinden söz etmek imkânsız. Parçalanmışlık kaçınılmaz böyle bir düzende. İnandığımız değerlerin yadsındığı, giderek yok sayıldığı bir toplumda var olmaya, var kalmaya çalışırken ister istemez kendimizi gizlemek, bastırmak ya da kandırmak zorunda kalıyoruz. Anı kurtarıyoruz, ama acısı sonradan çıkıyor bunun. Bu anlık hilelerimizin, gizlenmelerimizin, (kendimize ya da başkalarına) ihanetlerimizin sonucunda ortaya çıkan bütüne ise hayatımız diyoruz. Hayat üzerine, insan üzerine bir şeyler anlatmaya kalktığımızda hayatımız dediğimiz, kırıklardan, parçalardan, süreksizliklerden oluşan bu tuhaf bütünden söz etmediğimizde yazdıklarımızı sahte bir temele oturturmuşuz gibi geliyor bana.

Son kitabınız ‘Diken Ucu’ Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldı. Edebiyatın hemen hemen tüm alanlarına dair verilen ödüller sizce yazın dünyasında nasıl bir yere sahip?
Ödüllerin hepsi aynı amaçla düzenlenmiyor. Bazı ödüller görece yolun başındaki yazarlara onları teşvik etmek, yapıtlarına görünürlük kazandırmak için verilirken, bazıları da edebiyattaki bir birikimi onurlandırmak için veriliyor. İlk türdeki ödüllerin güncel olarak çok büyük etkisi olmuyor bence. Yazarların isimlerinin yanına konmuş bir işaret çentiği çoğu zaman ödül. Ödül kazanan yapıtın arkasından başka yapıtlar gelmezse o çentik kapanıyor, ödül de unutulup gidiyor; arkası gelirse o kişiden söz edilirken ödülden de bahsediliyor. Bir anlamda seçici kurullar zar atıyorlar. “Biz bu yazardan umutluyuz,” diyorlar.

HAK İHLALİ ÖYKÜLERİ YAYINLANACAK

‘Kaldığımız Yer’ adlı öykünüz, İHD’nin insan hakları ihlalleri üzerine yapılan bir proje için istenmişti sizden, sonra bu proje yarım kaldı. Bu öykünün enteresan hikayesini ve size hissettirdiklerini bizimle paylaşır mısınız?
İHD Diyarbakır Şubesinin bir projesiydi bu. Aralarında benim de bulunduğum bir grup yazara yaşanmış insan hakkı ihlallerine ilişkin dokümanlar gönderildi ve bunlardan esinlenerek öyküler yazmamız istendi. Bana gönderilen dört-beş insan hakkı ihlalinden biri ilgimi çekti ve oradaki olayı arka planda tutarak bu öyküyü yazdım. Doğrusu ya, çok kolayca yazamadım, dokümanlarda anlatılan insan hakkı ihlalinin nasıl bir manevi yara açmış olabileceği sorusu üzerinden kurmaya karar verdikten sonra öykü ilerleyebildi. Projenin başında, İHD şube başkanı öykücü arkadaşım Av. Muharrem Erbey vardı. Erbey’in 2009’un son günlerinde tutuklanması üzerine bu proje yarım kaldı. Bu sene Diyarbakır Kitap Fuarında PEN’in katkılarıyla bu kitabın yayınlanacağını öğrendim. Benim gibi bu proje kapsamında yazdığı öyküyü kitaplarına alan birkaç yazar oldu, ama bu öykülerin oluşturduğu bütünü ve tek tek yazarların gerçek bir insan hakkı ihlalinden yola çıkarak nasıl metinler kurguladıklarını ben de çok merak ediyorum.

Sizden yeni bir kitap haberi ne zaman duyacağız?
Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Umduğum gibi sürdürebilirsem, önümüzdeki yılın ilk yarısında yayınlanabileceğini düşünüyorum.

PAZAR İLİŞKİLERİ DIŞINDA BİR EDEBİYAT DA VAR

Hikayelerinizde küçük, sıradan yaşamların kimi zaman en mahrem, kimi zaman en dip olaylarını, anlarını yakalıyorsunuz. Son yıllarda hayli yaygınlaşan ‘devasa’, ‘efsanevi’ yapıtların yer aldığı ‘pazarda’ sizin naif hikayeleriniz nasıl bir yer ediniyor?
Sözünü ettiğiniz ‘devasa’, ‘efsanevi’ yapıtlardan sıkılanlar da vardır diye umuyorum. Belki onların ilgisini çekiyordur yazdıklarım. Devasa yapıtlarda anlatılanlar kendiliğinden ilgi çekecek olgular, olaylar. Bu gibi yapıtların odağındaki konular başka bağlamlarda da tartışıldığı için hazır bir okur kitlesinin talebine yönelmiş ya da böyle bir talebi kışkırtan bir arzdan söz edilebilir. Söz konusu olan ‘pazar’ ise, bu gibi yapıtların prim yapması çok normal. Pazar ilişkileri tam da bunu gerektirir zaten. Öte yandan edebiyattan beklentisi bunlar olmayan bir başka okur kitlesi de var. Umarım onların beklentilerine karşılık veren öyküler yazıyorumdur.

ROMAN SÜREKLİLİK DUYGUSUYLA BAŞ ETMEK ZORUNDA BIRAKIYOR İNSANI

Yazın dünyanızda öykü ana hattınız gibi duruyor. Ancak romanda yazıyorsunuz. Öykü ve romanın ayrı ayrı nasıl yerleri var sizde?
Yazmayı düşündüğüm şey türü belirliyor. Dünyanın Uğultusu’nu yazmaya başlarken bunun bir roman olacağını sezmiştim, çünkü anlatmak istediğim şeylere uygun tür romandı. Roman yazmaya önceleri cesaret edemiyordum. Gündüzleri başka bir işte çalışıp sadece akşamları ve hafta sonları emek vererek bir roman yazılamaz diyordum, ama bir arkadaşımın cesaretlendirmesiyle romana kalkıştım. Korktuğum gibi olmadı, tamamlayabildim. Roman yazmakla öykü yazmak çok farklı. Romanın yazılması zamana yayıldığı için roman kişileriyle daha uzun süre haşir neşir oluyorsunuz, giderek ikinci bir hayat gibi romanın akışını da izliyorsunuz. Öykü yazarken daha kısa bir sürede daha çok yoğunlaşmak gerekiyor. Öykü yazmak ayrıntılara düşkün hale getiriyor insanı, roman yazmak ise süreklilik duygusu ve arayışıyla baş etmek zorunda bırakıyor.

Evrensel, 19 Aralık 2011

Comments

Comments are closed on this post.