SÖYLEŞİ: "Yazmaya Başladıktan Sonra Hikâye Yürür Esas Olarak" - Taylan Ayrılmaz

Posted by Admin Sunday, February 25, 2018 11:58:00 AM

Behçet Çelik’in yeni öykü kitabı, Yolun Gölgesi. Her zamanki kararlı çizgisini, niteliğini hiçbir zaman düşürmeden sürdüren bir yazar Behçet Çelik. Bu kitabındaki öyküler üstünde de elbette durulacak.

Taylan Ayrılmaz: Öykülerinizi kaleme alırken nasıl başlarsınız?

Behçet Çelik: Genellikle başlarken öykünün çatısı, çerçevesi pek belirli değildir. Bir şeyler, bir ayrıntı, bir söz, bir mimik, bir görüntü peşinden gitme isteği uyandırır. Etkilenirim ondan, belki bir duyguyu tetiklemiştir, belki merakımı cezbetmiştir. Bir zaman sonra, bu bazen kısacıktır, bazen günler sonra, bana içerisinde saklı bir hikâyeyi duyuruyormuş gibi gelir ya da bir hikâye yakıştırmak isterim ona. Başta hikâye bile değildir, bir ruh hali, bir kişi, bir durum belki.

Yazmaya başladıktan sonra hikâye yürür esas olarak. Baştaki “şey” yazdıkça ete kemiğe bürünür, diyelim bu bir ruh haliyse kişisini, kişilerini bulmaya başlar, başta sadece tek bir ânını düşündüğüm olayın öncesi, sonra belirir. (Bunlar illa metne girmez ya da belli belirsiz girer.) Yazmaya oturmadan önce zihnimde iyi-kötü ilerletmiş olsam da, yazmaya başladıktan sonra hikâye zihnimdeki yoldan gitmez çok zaman. Her cümle bir sonrakini, her ayrıntı peşinden geleni, bazen kelime kelimeyi belirler, bu cümleleri yazmadan önce çizdiğim hayali plan cümleler yazıldıkça yürürlüğünü yitirir, kadükleşir.

Son yıllarda tematik derleme kitaplar için öyküler yazdım, bunlarda yer alan öyküleri bile yazmaya başlayabilmek için bende peşinden gitme isteği uyandıracak benzer bir etkilenmeyi beklediğimi söyleyebilirim. Tema belli de olsa, hikâye ancak o etkilenmeyle başlayabiliyor. O olmadan sadece bir önerme, bir konu çerçevesi, o kadar.

Her durumda bir de ilk cümleyi kurma meselesi var. Kimi zaman ilk cümle (ya da ileride ilk cümle olacak cümleyi andıran bir şeyler) yazmaya oturmadan önce belirir gibi olur. Burası karışık biraz, daha doğrusu, genellemeye gelecek, genel bir yanıt verilecek gibi değil. Her öykü özelinde ilk cümlenin belirme ânı farklı olabiliyor. Yine de bir öyküye devam edebilmem için, daha sonra silecek, atacak olsam da, bende heves uyandıracak ya da hevesimi kırmayacak bir giriş cümlesi gerekiyor. Ondan sonrası geliyor, hatta dediğim gibi bazen o cümleye gerek bile kalmıyor, siliyorum.

TA: Doğrusu silip attıklarınızı merak etmiyor değilim. Hatta ilk giriş cümlesinin silip atılıyor olması bile başlı başına yazın konusu ne dersiniz?

BÇ: Yazdığımız cümlelere, paragraflara kolay bağlanıp zor ayrılmamıza neden olan bir yazma zaafı var. Bunun bir nedeni tam olarak ne anlatmak istiyorsak onun anlaşılmasını istememiz sanırım, aynı şeyi dönüp dolaşıp birbirinden biraz farklı cümlelerle yinelediğimizde ya da ima ettiklerimizi yetersiz görüp altını kalın kalın çizdiğimizde anlam kaçaklarını engelleyeceğimizi düşünüyoruz. Bu yinelemelerden birini, birkaçını çıkarmak aklımıza geldiğinde anlaşılmayacağımız korkusuyla telaşa kapılıyoruz. Bu sadece başkalarında değil kendimde de gördüğüm bir zaaf; bunun farkına öykü yazmaya başladıktan hayli zaman sonra varabildiğimi de itiraf etmeliyim.

Haliyle bazen insana ilk cümle, ilk paragraf da böyle lüzumsuz gelebilir. Lüzumsuz geldiğinde de gözünün yaşına bakmamak lazım.

Bu zaafın farkında olunca, hele ki yazdığım metinle arama biraz mesafe de girmişse, öyküdeki çok da gerekli olmayan yerleri çıkarmak, silmek daha kolay oluyor. “Silip attıklarınızı merak etmiyor değilim,” diyorsunuz, en basitinden şöyle bir örnek vereyim. Yolun Gölgesi’nde yer alan bir öykünün ilk versiyonunu yazdıktan birkaç ay sonraydı, öykü bitmiş gibiydi, ama bir yerlerde sorun olduğunun da farkındaydım, tam olarak içime sinmemişti. Araya zaman girdikten sonra yeniden okurken yazdığım birkaç cümlenin ne anlama geldiğini çözemedim, hiç fena değildi aslında o cümleler, ritimleri hoştu, sanki içlerindeki birkaç imge için güçlü bile denebilirdi, ama gelin görün ki öncesiyle ve sonrasıyla bir bağ kuramadım bir türlü. Başkasının yazdığı metinlerde olur ya bazen, okudum, okudum, anlamadım hangi akla ya da hangi esine hizmet yazmıştım onları. Çağrışımı çok önemserim, ama bir çağrışım da kuramadım. Silmeyip ne yapacaksın böyle cümleleri. Sildim, kurtuldum. Haliyle bazen insana ilk cümle, ilk paragraf da böyle lüzumsuz gelebilir. Lüzumsuz geldiğinde de gözünün yaşına bakmamak lazım. Bazen de öykünün çoktan bitmiş olduğu gözümüzden kaçıyor. Sonradan okuduğumda fark ediyorum bitmiş olduğunu, daha sonrasını siliyorum o zaman.

Şöyle bir yazma alışkanlığım var. Yazmaya başlayabilmek için o ilk cümleyi aradığım sırada yazdıklarımı silmem çoğu kez. Başladığım girişi beğenmemişsem, biraz aşağıdan yeniden başlarım, olmamışsa biraz aşağıdan bir daha. Öykünün akıp gitmesini beklerim, bu başlangıçlardan birinin ardından öykü akıp gittiğinde bile yukarıdaki ilk giriş cümlelerini silip atmam. (Bu, yukarıda sözünü ettiğim silememe zaafıyla aynı şey değil, bunları öykünün bir tür ilk notları olarak düşünmek daha doğru olur sanırım, ama aklımdan geçenleri sonradan hatırlayabilmek için bir yerlere not düştüğüm tek tük kelimeler gibi değil de, cümlelere dönüşmüş ilk notlar.) Onlara sonradan ihtiyacım olabiliyor. Birebir oldukları gibi değilse de kesip biçerek, eğip bükerek. Bazen de hiç ihtiyacım olmuyor, ama sanırım bu ilk giriş cümlelerinde söyleşimizin başında sözünü ettiğim, beni o öyküyü yazmaya sevk eden ilk etkilenimden de bir şey saklı oluyor, gözümün önünde kalsınlar istiyorum. Bir yerden sonra artık onların kılavuzluğuna ihtiyaç kalmadığında, öykü kendi yolunu bulup ilerlemişse, o zaman siliyorum.

TA: Yolun Gölgesi için de benzer etkilenim ya da daha özgül bir etkilenim yaşadınız mı?

BÇ: Evet, yaşadım. Yolun Gölgesi’ndeki öykülerin çoğunu yazma fikri böylesi etkilenme anlarında aklıma geldi, ama çok değişenler de oldu. Bir örnek vereyim, çocukluğumun geçtiği Adana’nın eski caddelerinden birini çok andıran, başka bir şehirdeki bir caddede yürürken kısacık bir an sanki çocukluğumda o caddeden geçtiğim anlardan birine dönmüşüm gibi hissettim kendimi, çocukken de pek ender, yılda ancak bir-iki kez geçtiğimiz bir caddeydi üstelik, ama yüz yıllık binalar az çok korunduğu için şehrin içinde insana zamanda yolculuk yapıyormuş hissi veren bir yerdi. Çocukken belli belirsiz hissettiğim o zamanda yolculuk hissinin benzerini yaşadığım o ânın öyküsünü yazmak istedim. Birkaç gün sonra İstanbul’a dönüp yazmaya oturduğumda da o hissin peşinden gideceğim (nereye varacağını bilmediğim) bir öykü yazmaya niyetliydim, ama ortaya çıkan öykünün o anla ya da o anda hissettiklerimle hiçbir ilgisi yok şimdi.

“Başka Bir Yerin Yüzeyi” adlı öykünün girişinde köpeklerle birlikte parkta yürüyen bir çocuk var. Bir sabah böyle bir çocuğu gerçekten gördüm ve gördüğüm anda bu sahnenin de olacağı bir öykü yazmak aklımdan geçti. Hemen o günlerde de yazmaya giriştim, ama bundan ancak bir buçuk yıl sonra, arada kurgusu, olayların akışı birbirinden hayli farklı dört ya da beş ayrı versiyonunu yazdıktan sonra tamamlayabildim. Galiba o baştaki sahneyi öykü anlatıcısının dünyasındaki nelerle ilişkilendirdiğimde ortaya içime sinecek, bana, “Hah, şimdi bir şeye benzedi sanki,” diyebileceğim bir öykü çıkacağını bulamadığım için bir türlü tamamlayamamıştım.

TA: Neden “yol” değil de gölgesi?

BÇ: Bu kitapta daha çok yolu, yolcuyu değil de, yola düşmenin, daha doğrusu düşmek zorunda kalmanın ve buna tanık olmanın başkaları üzerindeki etkisini yazdığım için. Yola düşen biz olmasak da, dünyada milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesi bir biçimde bizim de güneşimizi gölgeliyor. Çok duyarlıyız da, onların hali canımızı yaktığı için değil, elbette bu da var, ama bazen bencilliğimizden, onların yolda olmasının bizim huzurumuzu, refahımızı kaçırdığını sanmamızdan, sorumluluklarımızı, güçsüzlüklerimizi onların sırtına yükleme kolaycılığına kapılıvermemizden. İşte bunlar hep gölge; bazen üzerimize vuran, ışığımızı kesen, bazen çoktan içimizde yer etmiş bir karanlığın kendini duyurması, göstermesi ya da bu karanlığı, kararmayı görmenin, fark etmenin kendimize ilişkin imgemizi soldurması.

“Görmedim, görmüyorum” diyenlerin, “Gördün de ne yaptın?” sorusuna verecek yanıtları olmadığı için böyle söylediklerini düşünmek bana yanlış gelmiyor.

TA: Güneşimizi gölgeledikleri için mi rahatsızız?

BÇ: Önceki sorunuzu yanıtlarken söylemeye çalıştığım gibi ışığımızın kesilmesinden, ama bunun tek bir nedeni yok. Bazen onları görmek, onlar için bir şey yapmamış, yapamıyor olmak, hatta yollara düşmelerinde bizim bazı seçimlerimizin de dahlinin olduğunu hissetmek suçluluk duyurduğu için. Bazen bir zamanlar onların da bizim gibi, bizim kadar rahat ve huzur içinde yaşadıklarını ve bir gün yollara düşebileceklerini akıllarından hiç geçirmediklerini bildiğimizden ve bunun ayağımızın altındaki zemini kaydırmasından, güvenlik duygumuzu sarsmasından ötürü. Sadece bunlar değil, onların haliyle kendi halimizi kıyaslarken yakaladığımızda kendimizi mesela… Benzer biçimde kendimize ilişkin imgemizin, fikrimizin sarsılması da, onların çıkmak zorunda kaldıkları yolun içimize vuran bir gölgesi sonuçta. İçimiz günlük güneşlik olduğundan değil, ama bu gibi hallerde daha da gölgelendiği bir gerçek ya da çoktan gölgelenmiş olduğunu birdenbire fark ediverdiğimiz.

TA: Peki gören, fark eden, suçluluk duyan insan nasıl olur da aynı kalır? Raskolnikov’dan beri biliyoruz ki “suçluluk” köşeye çekilip kalacağın bir yer değil!

BÇ: Sorun aynı kalıp kalmamakta mı, emin değilim doğrusu. Bence daha çok görüp, farkında olup elden bir şey gelmeyeceği inancıyla hareketsizliğin yeğlenmesinde. “Görmedim, görmüyorum” diyenlerin, “Gördün de ne yaptın?” sorusuna verecek yanıtları olmadığı için böyle söylediklerini düşünmek bana yanlış gelmiyor. Tabii, gördüklerimizin gerçek anlamını perdeleyen başka görüntülere de maruz kalıyoruz sürekli olarak. Bunların yanı sıra, dediğiniz gibi, aynı kalmamak mümkün değilse de, aynı kalmış görünmek mümkün. Dışa sunduğumuz dünyanın iç dünyamızla bir olması gerekmiyor. Edebiyat, biraz da bu gibi yarılmaların peşinde değil midir? Dışarısının iç’i nasıl zorladığı, neye zorladığı, nasıl bir dışarı giysisine mecbur kıldığı… Öykü de çok zaman iç’in dış’ın basıncına rağmen olduğu gibi ya da olduğuna yakın görünüverdiği, ama peşinden hemen örtündüğü anlara ışığını düşürür. Suçluluğu da, iç dünyanın dışarıdan gelen böylesi basınçlara, engellemelere rağmen, çok da farkında ya da bilincinde bile olmadan, daha doğrusu çok derinlerdeki bilgi ve sezgilerin etkisiyle (vicdan da diyebiliriz sanki buna) bir şeylerin farkına varmasının, bir şeyleri anlamlandırmasının bir sonucu sayabiliriz. Halen bir iç dünyamız olduğunun, dışarısının içerisini büsbütün işgal edemediğinin ispatıdır suçluluk.

TA: Öykü karakterlerinin toplumsal açıdan ilişkisiz, ıssız ve tenha diyebileceğimiz yerlerde duyumsamayı “tercih” etmeleri ile “etkisiz” kalmaları arasında nasıl bir ilişki var?

BÇ: Issız yerleri tercih etmemizin nedeni genellikle kafamızı toplamak istememizdir. Dış seslerin, dışarıdan müdahalelerin mümkün olduğunca azaldığı yerlerde kendi iç sesimizi duyabileceğimizi zannederiz. Issızlık sosyal mecburiyetleri de ortadan kaldırır. Ne var ki Robinson Crusoe gibi büsbütün ıssız bir adaya gidemiyorsak idealimizdeki ıssızlığa kavuşamayız. Kavafis’in dizesini hatırlarsak; bu şehir, bu ülke, bu gezegen arkamızdan gelir. Ummadığımız anda geride bıraktığımızı sandığımız bir şeylerle yüz yüze geliriz. Sorunuzu özellikle “Sahilde Un Çuvalları” başlıklı öyküyü düşünerek sorduğunuzu sanıyorum, o öykünün anlatıcısı için ıssız bir yere gitmek bir “tercih” çünkü. Hoş, tercih mi diye de sorulabilir, öykünün anlatıcısı olan kadın aylar önce işsiz kalmış, çalıştığı zamanlardaki hayatından koptuktan sonra yalnızlaşmış. Tatile giderken de yalnızlığı, ıssızlığı yeğlemiş olmasını ise seçim ya da zorunluluk olarak tasnif etmek çok kolay değil. Bu öykü kişisi için, evet, ıssızlık arayışı bir geri çekilme, içe dönme arzusu anlamına geliyor, ama aynı zamanda bir kabuk edinme isteği de; yani tercih olduğu kadar içsel bir mecburiyet aynı zamanda.

Kof, dayanaksız ümitler olduğu gibi, kişinin bir sonraki adımını daha sağlam atabilmesine, görüş alanını daha net görmesine, kımıldamasına, rıza göstermemesine imkân sağlayan ümitsizlik anları da olabilir.

TA: Öyküleriniz de buğdaysız kalmış un çuvalları, taraf olmadığı işten çıkarılan Mustafa, bahçesiz kalmış İstanbul, postalla girilmiş evler ve daha pek çok şey. İçinden geçtiğimiz dönemin toplumsal manzarası ümit vermiyor. Ümit var mı?

BÇ: Toplumsal manzaranın ne halde olduğundan çok bu manzaranın bireyler üzerindeki etkisinin nasıl olduğunun, ruh hallerimizin bu manzaradan nasıl etkilendiğinin peşindeyim. Edebiyatın, edebiyatçının toplumsal manzara hakkında söylediklerinin, yazıp çizdiklerinin çok önemi yok, toplumsal bilimler, insan bilimleri, siyaset buna dair çok daha yetkin sözler söylüyor, tespitler yapıyorlar. Bu noktada edebiyatın ümidin varlığı yokluğu sorunundan ziyade ümidin ve ümitsizliğin nasıl yaşandığına gözünü dikmesinden yanayım. Kof, dayanaksız ümitler olduğu gibi, kişinin bir sonraki adımını daha sağlam atabilmesine, görüş alanını daha net görmesine, hatta daha öncesinde harekete geçmesine, kımıldamasına, rıza göstermemesine imkân sağlayan ümitsizlik anları da olabilir. Bireysel olarak olan biteni nasıl görüp nasıl algıladığımız kadar bu algımızın bizi ne yapmaya ya da ne yapmamaya sevk ettiği de önemli. Bazı kritik anlarda siyasal-toplumsal durumun gölgesi bireylerin ruh hallerinin üzerine başka zamanlara göre daha ağır düşebiliyor. Böylesi anlarda iç dünyalarımızın ne halde olduğu, ne gibi gelgitler yaşandığı, neredeyse donup kalmış görünen kişilerin iç dünyalarındaki altüst oluşların, fikir, algı değişimlerinin ne boyutlara varabildiği gibi soruların yanıtını edebiyat aracılığıyla da bulabiliriz.

Bu söylediklerim, edebiyat yapıtının toplumsallıkla, toplumsal sorunlarla, iktisadi düzenle ilgisi yoktur, olmamalıdır, şeklinde anlaşılmamalı, aksine tam tersini düşünüyorum…

TA: “Edebiyatın, edebiyatçının toplumsal manzara hakkında söylediklerinin, yazıp çizdiklerinin çok önemi olmadığını” söylediniz. Marks’ın Balzac’a olan ilgisi malum, burjuva toplumunu, ekonomi-politik üzerine yapılmış yüzlerce bilimsel incelemeden çok Balzac’ın romanlarından öğrendiğini defaten ifade ettiğini biliyoruz. Marks ve Balzac örneğinde olduğu gibi tersi de mümkün olamaz mı?

BÇ: Kuşkusuz öyle, çok haklısın, ama Balzac’ın romanlarını, İnsanlık Komedyası’nın sayısız cildini toplumsal manzaranın sağlam bir tasvirini yapmak için yazdığını sanmıyorum. Esas olarak insanlara odaklanmıştı, onları yazmıştı; ama insanların hayatları, edimleri, tutumları, ahlakları, alışkanlıkları, yaşam tarzları, arzuları, tutkuları, ruh halleri vs üzerinde yaşadıkları çağın, o çağın ekonomipolitiğinin, bir bütün olarak toplumsal yapının öylesine devasa etkileri vardı ki onların hayatlarından bir kesiti yazıya döktüğünde bütün bunlar da görünürlük kazanıyordu. Kaldı ki Balzac, biliyorsun, burjuvaziden değil, aristokrasiden yanaydı, o günlerde birisi ona toplumsal meselelerle ilgili bir şeyler sorsa, sanırım aristokrasiden yana fikir yürütürdü, ama müthiş bir gözlemci olduğu için yapıtları aristokrasinin çöküşünün ve yeni bir sınıfın onun yerini alacağının habercisi oldu. Dikkat edersen, önceki sorunu yanıtlarken edebiyatçının gelecekle ilgili ümitvar olup olmamasının değil, esas olarak yapıtlarında ümitli olmanın ya da ümitsizliğin nasıl yaşandığına odaklanmasının önemli olduğundan söz ettim. Yani toplumsal manzarayla ilgili söyleyeceklerinden ziyade bireyin o toplumsallık içerisinde neleri nasıl yaşadığının tasvirinin önemini vurgulamaya çalıştım. Nelerin nasıl yaşandığına dair tasvir gerçekçiyse, insani bir noktaya temas ediyorsa, o metinde toplumdan hiç söz edilmese bile, bize toplumsal manzara hakkında bir şeyler söyleyecektir zaten. Bu söylediklerim, edebiyat yapıtının toplumsallıkla, toplumsal sorunlarla, iktisadi düzenle ilgisi yoktur, olmamalıdır, şeklinde anlaşılmamalı, aksine tam tersini düşünüyorum, çok derinden, çok temelden ilgisi var, ama bunlar bir edebiyat yapıtında bireylerin yaşantıları, iç dünyaları, tutumları, arzuları, ruh halleri vs üzerinden tartışılır, ortaya konur. Böyle olduğu için de yüzlerce yıl önce yazılan yapıtlar bugünün insanları hakkında da bize çok şeyler söyleyebilirler. Balzac’ın Taşralı Bir Büyük Adam Paris’te romanı ya da Sönmüş Hayaller’in tamamı mesela, sadece 1800’ler Paris’i ve o dönemin toplumsal, kültürel meseleleri hakkında değil, bugünün “büyük adamları”na (dolayısıyla bugünün toplumuna da) dair de bize çok şey anlatmaya devam ediyor.

TA: Son olarak sizden okurlarımız için en çok beğendiğiniz film, roman, müzik olmak üzere gerekçeleriyle birlikte üç isim almak isterim?

BÇ: Bu yanıtlaması çok zor bir soru. Sevdiğim, etkilendiğim sayısız film, roman (öykü, şiir), müzik eseri arasından sadece üçünü öbürlerinin önüne koymam imkânsız.

(Oggito'da yayınlanmıştır https://oggito.com/behcet-celik-yazmaya-basladiktan-sonra-hikaye-yurur-esas-olarak-06201731173 )

Comments

Comments are closed on this post.