SÖYLEŞİ: "Usta-Çırak İlişkisi Dergilerde Sürüyor" - Bülent Usta

Wednesday, December 1, 2010 11:57:00 AM

4. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı 9 Mayıs’ta düzenlenen bir törenle alan Behçet Çelik’le, hem ödülü hem de öykücülüğünü konuşalım istedik. 1968 Adana doğumlu yazara ödülü kazandıran ‘Gün Ortasında Arzu’ adlı kitabı dışında, ‘İki Deli Derviş’ (1992), ‘Yazyalnızı’ (1996), ‘Herkes Kadar’ (2002) ve ‘Düğün Birahanesi’ (2004) adlı kitapları da bulunuyor. Halen Virgül dergisinde editörlük yapan yazarın diğer bir mesleği de avukatlık. Nursel Duruel’in Sait Faik Armağanı’nı kazananların öykülerinden bir antoloji hazırladığını da buradan duyurarak Behçet Çelik’i tebrik ediyoruz.

»Bize bu ödülün öykücülüğümüzdeki yeri ve önemi hakkında bilgi verebilir misin?

Kırk dört yıldır verilen bir armağan bu, Türkiye’deki her ödül/armağan gibi bu armağan da kimi zaman tartışıldı; ama saygınlığı yüksek bir ödül. En azından benim için böyle. Sait Faik adına veriliyor olması da benim için büyük önem taşıyor. Bu ödülü önceki yıllarda kazanmış öykücüler arasında öykücülüğümüzün pek çok önemli ismi bulunuyor.

»Kitabına adını da veren öyküde, öykü kahramanı “Umudunu da kaybedince başlıyor dünya” diyor. Adana’nın sokaklarına bakarak toplumsal değişimi, son yıllarda çoğalan göçü ve yıllar sonra baba ocağına dönen ve babasıyla yüzleşen bir kahramanın öyküsüydü bu. ‘Kaldırımın altında cinayetlerden, katliamlardan’ bahseden bir karakter. Bu karakterin ruh halinden yola çıkarak umudu ve umutsuzluğu nasıl değerlendirirsin? Senin öyküyle aradığın şey nedir?

O öykünün kahramanı basmakalıplıklardan bıkmış bir halde dönmüştür memleketine, böyle bir ruh hali içinde söyler bu sözü. Yıllarca kendisi de bir dolu klişeyi sahici zannederek ifade etmiş, ama bir yerde bu klişelerin kofluğuyla yüz yüze gelmiştir. ‘Umut’ da biraz böyledir onun için. Kof bir umut yerine sahici bir umutsuzluğun bundan sonra atacağı adımlar için daha uygun olabileceğini seziyor gibidir.

Benim için de umudun azaldığı, tükenmeye yüz tuttuğu yerler klişelerin hâkimiyetini sezdiğimiz her yerdir. Pek çok basmakalıp söz allayıp pullandığında, büyük sözlerle kuşatıldığında öyle bir hürmet görüyor ki bunların sözden ibaret olabileceği kolayca gözden kaçıyor. Değişimden söz edenlerdeki muhafazakârlık ya da muhaliflikten dem vuranların seslerindeki iktidar tonu da böylece görülmez oluyor. Umutsuzluk belki kof umutların, klişelerin yarattığı optik yanılmayı bir parça görünür kılabilir-mi?

Yazarken içime sinen, okurken de beni çarpan öyküler gündelik hayattaki basmakalıplıkların örtüsünü sıyırmaya kalkışan metinler sanırım.

»Guy Debord’un Gösteri Toplumu adlı kitabına gönderme yaparak, bir gösteri dünyasında yaşadığımızı ama yine de insanın dışarıya sunduğu imgesinin ötesinde bir de iç dünyası olduğunu ve edebiyatın da insanın derinine bakmak gibi bir misyonu olduğunu söylemişsin. Edebiyatın gösteri toplumu içinde aldığı pozisyonu nasıl değerlendiriyorsun?

Bir önceki soruda söylemeye çalıştığım gibi dışarı sunduğumuz basmakalıp görüntümüz ile içimizde olup bitenler arasında çoğu zaman ciddi bir yarık var. Bu yarığı gösteren, kurcalayan, bu yarılmanın sızısını duyuran, yasını tutan, dalgasını geçen...

Metinler okumayı seviyorum; ama “Edebiyatın misyonu budur,” diyemem. Bugün tek bir ‘edebiyat’tan da söz edemeyiz. Kitapçı raflarında bu yarılmayı görülmez kılan kitaplarla bu yarılmayı görülür kılmaya çalışan kitaplar yan yana yer alıyor.

Belki hâkim eğilimlerden konuşulabilir; ama edebiyatın kalbi de hâkim olmayan eğilimlerle atmayı sürdürür.

Bugün gösteri toplumunu doğrudan ya da dolaylı biçimde kendine sorunsal edinen çok farklı edebi tarzlar (ve haliyle eleştiri tarzları) mevcut. Kimisi hâkim görüntüyü bozacak görüntüler aracılığıyla yapıyor bunu, kimisi görüntüyle aramıza farklı prizmalar yerleştirerek, dil ile nesne arasındaki mesafeyi açıp kapayarak...

»Son yıllarda çok sayıda öykü kitabının yayımlanması sevindirici. Öykücü sayımızdaki artış, öyküde bir yükseliş mi var dedirtirken, hem öykü kitaplarının, hem de dergilerinin satış oranları bu yükselişi doğrulamıyor. Öykücülüğümüz nereye gidiyor?

Edebiyat söz konusu olduğunda kehanette bulunmak riskli. Yarın kimin ne yazacağını bugünden kestiremeyiz. Kaldı ki öykünün ya da edebiyatın durumunu tahlil ederken satış rakamlarının bizi doğru sonuca götüreceğini sanmıyorum. 1990’lar boyunca öykünün ‘patlayıp patlamadığı’ tartışıldı, anımsıyorsun, ama belki de 1990’ları asıl şimdi konuşmak lazım. 1990’larda yükselen bir öykücülük mü vardı yoksa yayın dünyasındaki genişlemenin, yayın işine giren sermayedeki artışın bir sonucu muydu yayımlanan öykü kitaplarındaki artış? Tam olarak bu soruların yanıtını bilemiyorum.

Şunu da bilemiyorum, daha çok genç insan öykü yazmaya başladığı için mi daha çok öykü kitabı yayımlandı, yoksa yayınevleri öykü kitabı yayımlamaktan kaçınmadığı için mi öykü yazanlar çoğaldı. Ancak tahminde bulunabilirim. Bana bu süreçler iç içe geçti gibi görünüyor. Öykü kitaplarının rahatlıkla basıldığı yıllarda bile çok az öykü kitabı ikinci baskı yaptı.

O yıllarda yayımlanan öykü dergilerinin de aman aman bir satışı olmadı. Öykü, genel okur kitlesinin içinde dar bir topluluğun yeğlediği bir tür oldu. Öykücüler hiçbir zaman yüksek satış beklentilerine girmedikleri için piyasanın eğilimlerinden biraz uzakta durdular. Bu da kötü bir şey olmasa gerek.

»Peki senin kendini bir öykücü olarak yetiştirme sürecin nasıl gerçekleşti? Ustaların kimlerdi ve edebiyatta usta-çıraklık ilişkisine bakışın? Bu soruyla bağlantılı olarak yazarlık kurslarının edebiyatımıza katkısı için neler söyleyebilirsin?

Edebiyatta usta-çırak ilişkisinin dergiler aracılığıyla yürüdüğünü düşünüyorum. Benim için öyle oldu. Bu sürece hiç girmeden birgün sağlam bir dosyayla ortaya çıkan arkadaşlarım da var. Ama ben edebiyat dergilerinin mutfağında olmanın insana kazandırdıklarını bizzat yaşadım.

Daha lisedeydim gönderdiğim öykülerle ilgili olarak Varlık dergisinden Cengiz Gündoğdu bana yanıt verdiğinde. Ertesi sene fakülteye başladığımda Varlık’ın bürosu arada sırada cesaret buldukça gittiğim bir yer oldu. Üniversiteden mezun olduğum sene Yazılı Günler’i yayınlamaya karar verdiğimiz sırada Ömer Ateş’in öykücüler ve öykü hakkında yazılar yazmayı önermesinin de önemi var benim için. Önceki kuşakların yazdıklarını daha ciddi biçimde okumanın kattığı çok şey oluyor insana.

Dediğim gibi, bir dergiyle ilişkide bulunmanın da... Yazılı Günler’in kapanmasının ardından beş altı sene pek yazmadım, yazdığım tek tük öyküyü de pek yayımlatmadım.

Edebiyatta usta-çırak ilişkisi öğreten adam ve talebesi biçiminde yürüyen bir ilişki değil, birlikte bir şeyler yapıp kafa yorarak, tartışarak süren bir ilişki. Yazarlık kursları hakkında çok şey bilmiyorum, ama oralarda da ilişki dediğim şekilde yürüyor olmalı. Yazmak insana bahşedilen bir yetenek değil, yazdıkça, çalıştıkça öğrenilen bir şey ve bunun teknikleri var. Bu teknikler öğretilebilir. Yazınsal yaratıcılık ise edebiyat sezgisine de gereksinim duyulan bir şey, bu sezgi de en çok okudukça gelişirmiş gibi gelir bana.

BirGün, 23 Mayıs 2008.

Comments

Comments are closed on this post.