SÖYLEŞİ: "Kriz Ruh Hallerindeki Değişimleri Görebilmek İçin İyi Bir Atmosfer" - Ayşe Düzkan

Thursday, December 2, 2010 2:45:00 PM

Son yılların başarılı hikâye yazarlarından Behçet Çelik ilk romanı Dünyanın Uğultusu’nu çıkarttı. 2001 krizi sırasında işsiz kalan Ahmet’in baş kahraman olduğu roman bu halin sıkıntısını, bunaltısını aktarmakta çok başarılı. Çelik, “Yirmi yılı aşkın süredir hikâye yazmama karşın bugüne dek roman yazmaya kalkışmamamın nedeni roman yazmak için ayrı bir yaşam ritmi gerektiği konusundaki önyargımdı. Gündüzleri başka bir işte çalışırken, akşamları ve haftasonları bir roman yazılamayacağını, romana yoğunlaşabilmek için daha kesintisiz serbest zaman gerektiğini sanırdım. Dünyanın Uğultusu’nu yazmaya başlamadan önce yazmak istediğim şeyler için hikâyenin değil romanın uygun olacağını düşündüm. Yazmaya başladıktan sonra roman için ayrı bir yaşam ritmi gerekmediğini gördüm. Önemli olan çalışırken yoğunlaşabilmek ve yazma sürekliliğini korumakmış,” diyor. Çelik’e romanını sorduk.

Dünyanın Uğultusu'nun tam şu ara yayımlanması bir tesadüf mü?

Büyük ölçüde tesadüf. Romanın yazılması bir yıldan fazla sürdü ve yayınevine geçen sene bu zamanlar teslim ettim. Ortalıkta bir kriz görünmüyordu. Zaten derdim de başkaydı. Bir ruh haliydi beni bu romanı yazmaya iten. Bu ruh hali 1990’lara hâkim olmuş, ama 2000-2001’den sonra yerini başka bir ruh haline bırakmıştı. Kendini her şeye muktedir gören bir kuşak ya da bir zihniyet 2000 ve 2001 krizleriyle duvara toslamıştı. Kriz, ruh hallerindeki değişimleri verebilmek için uygun bir atmosfer olarak görünmüştü bana. Bu krizi, roman kahramanının yaş dönümü kriziyle ve aşk hayatındaki krizlerle paralel anlatmayı yeğledim. Bunlar da birbiriyle çok ilgisiz değil sonuçta. Yine de 2008 krizine denk gelmesinde tesadüf olmayan bir yan var. Azıcık Marks okuyanlar kapitalizmin dönemsel olarak krizler yaşayacağını bilirler. Ama tam romanın yayımlandığı zamanların bütün dünyanın çok büyük bir krizle sarsıldığı günlere rastlaması tesadüf oldu. Şunu da eklemeliyim. Romanı geçen senenin sonbaharında yayınlamaya karar vermişti yayınevi, ama kriz yayınevini de etkilendi ve roman bu seneye kaldı.

Kriz hayatımıza ne yapar?

Galiba en çok geleceğe duyduğumuz güveni sarsıyor kriz. Güvensizlik duygusu da öyle çabuk yayılır ki benliğimizde; bütün ilişkilerimize, kendimizle olan ilişkimize bile, sirayet eder. Korku hâkim olur. Zaten toplumsal ve siyasal olarak korku üzerinden hâkimiyetini sürdürmeye çalışan egemenlerin karşısında bir de ekonomik korkularımızla kalakalırız. Dünyadaki büyük ekonomik krizleri baskı rejimlerinin, faşist ya da totaliter yönetimlerin izlemesinde de toplum ve birey olarak yaşadığımız güven kaybının ve korkularımızın hâkimiyetine girmemizin etkisi var gibi geliyor bana.

Aşk yeni zamanlarda hayatımızda nerede duruyor?

Aşk yeni zamanlarda aşkın bir şey olmaktan çıkıp dünyevi bir olgu halini aldı. Bu bir yanıyla olumlu oldu, aşk halesi ilişkilerdeki zorbalıkları, hesaplılıkları vs örtüyordu. Bu örtü kalktı gibi. Ama aynı zamanda öncekinden daha sert biçimde bir alışveriş halini almaya başladı. Öte yandan yeni zamanların yaşam biçimlerinde de aşkın yeri değişti. Aşk da pek çok şey gibi statünün göstergesi oldu, bir anlamda gösterinin bir parçası halini aldı. Hemen her konuda sahicilik kaybına uğradık, ama birinciliği galiba aşk aldı.

Neden kaçan kovalanıyor?

İlişkide bir kaçan olduğunda ilişki imkânsızlaşıyor. Önceki soruda aşkın aşkın yanının yitmekte olduğunu söylemiştim, işin içine imkânsızlık girince, imkânsızın peşinden gitmek aşkın duygulara bir parça izin veriyor. Öte yandan kaçanı yakalamanın ya da yakalama ihtimalinin verdiği bir haz var ve bu haz da insana kendini güçlü hissettiren bir şey. Güce bu denli tapınılan bir toplumsal düzende yaşamıyor olsaydık ya da kendimizi bu denli güçsüz hissetmeseydik kaçanı daha az kovalardık sanırım.

Dünyanın Uğultusu’nda Türkiye'nin okumuş yazmışlarının farklı kuşakları var. bunlar arasındaki fark ve ilişkileri anlatır mısınız?

Bu farklılık hem kuşaklar arasında hem de toplumsal aidiyetler açısından değerlendirilebilecek bir fark. Bir yanıyla da zihniyetlerimizle ilgili bir şey. Dünyaya kafa tutamasa da kafa tutabileceğini düşünenlerle dünyanın suyuna gidenlerin farkı. Esas değişim burada yaşandı sanırım. Toplumsal eşitsizliklerin insanın doğasıyla ilişkilendiren bir zihniyet hâkim yirmi otuz senedir. Böylelikle eşitliğin imkânsız olduğunu; daha eşit değil, daha ileride, daha güçlü, daha zengin olmaya çalışılmasının insani olacağını savlayan bir zihniyet bu. Bir yanıyla yeni kuşaklar daha bireyci yetişti, yetişiyor, ama aynı kuşağın bireyselliği de daha güçlü sanki. Vicdan tartısı daha çok vurgulanıyor bu nedenle. Kendilerini bir yere ait hissetmeleri daha zor, ama ait hissettiklerinde daha bağlı oluyorlar.


Güneydoğu'daki savaş bu kuşakların hayatına nasıl girdi?


Zenginleri daha zengin, yoksulları daha yoksul yaptı bu savaş. Bir yandan da yaşadıkları ülkenin imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütle olmadığını öğrendiler. Bu da kendilerini ait hissettikleri bir “biz” arayışına girmelerine ve aynı zamanda kendilerinden olmayan “onlar”a hasmane bir tutum izlemelerine yol açtı. Birleşik kaplar kuralının geçerli olduğunu düşünüyorum, ülkenin bir yerinde savaş varsa başka yelerinde de kaba güç hâkim olmaya başlar, siyasete, ekonomiye, hatta gündelik hayat ilişkilerine.

Star Kitap, 06.03.2009

Comments

Comments are closed on this post.