SÖYLEŞİ: "İnsanı Yazmaya İten Şey Biraz Hoşnutsuzlukları ve Mutsuzluklarıdır" - Çağlayan Çevik

Sunday, May 3, 2015 1:59:00 PM

Kaldığımız Yer daha ismiyle bile çok şey çağrıştırıyor. Diken Ucu'nda bu adda bir öykü vardı ama bu kitapta müstakil olarak bir öyküsü var sanki...

Öykü kitaplarıma isim verirken, genellikle kitaptan bir öykünün ismini seçerdim. Tabii, bunu yaparken, bütün öyküleri kapsayacak bir ad olmasına dikkat ettiğimi belirtmeliyim. Bu sefer kitaptaki öykü isimlerinden öyle kuşatıcı bir isim bulamadım. Dediğin gibi Diken Ucu’nda bu adda bir öykü var ama ona bir göndermede bulunmak değil seçimimin nedeni. "Kaldığımız Yer"i bu kitaba isim olarak seçmemin sebebi barındırdığı çoklu anlam. Bir yerden öteye gidememiş olduğumuzun, bir yere takılıp kalmışlığımızın altını çizmeye çalışıyorum. Kimileri "kaldığımız yerden devam etmek" anlamına mı gönderme diye düşünüyorlar veya düşüneceklerdir. Ben özellikle kaldığımız yer'i işaret ediyorum. Yoksa "Kaldığımız Yerden" diyebilirdim. Tıkandığımız, gidemediğimiz bir yeri işaret ediyor çünkü Kaldığımız Yer! Toplumsal ve siyasal tarihimizde de böyle yerler var ve bireysel hayatlarımızda da böyle yerler çok.

Bu kitapta da toplumsal ve siyasal tarihe değen, onlara dönük öyküler de olduğu için, ki benim öykülerimin genelinde de kişisel hayatlarımıza değen "kaldığımız yer" olgusu az değildir... Bunların yanı sıra, “yer”den söz ederken zamanı da işaret ettiğini düşündüğüm için de bu isim bana uygun göründü.

Öykülerin bilhassa kitabın ilk bölümündekilerin daha toplumsal meselelere değinen bir yapısı, karakteri var gerçekten de... En öyle değilmiş gibi görünende bile!

Bu öykülerin bir kısmı daha önce yayımlandı. Meselâ “Lori.. Lori..” öyküsü Murathan Mungan’ın derlediği Bir Dersim Hikâyesi’nde yayımlanmıştı. Kitap o isimle çıktığı için bu öykünün neye gönderme yaptığı açıkça belliydi. Bir de herhangi bir gönderme olmaksızın bir kitapta yer aldığında ne olacağını, nasıl algılanacağını merak ettim. Burada onun dışında bir algının nasıl olacağını merak ediyorum; tabii, böyle bir algı ihtimali varsa. Toplumsal meseleleri anlatmak gibi bir dertle oturmadım elbette. Ama bizim bireysel sıkıntılarımız bir şekilde toplumsal meselelerle de ilişkili. Üstelik son beş-on yıldır öncesine göre çok daha politize bir dönemden geçiyoruz. Bir yanıyla çok iyi çünkü bu ortamdaki çekişmeler kimi pisliklerin ortaya saçılmasına, karanlıkta kalmış, saklanmış şeylerin dile getirilmesine neden oluyor. Öte yandan bu durum kafaların karışmasına ve tuhaf taraftarlıklar türemesine de sebep oluyor. Tuhaf yan yana veya karşı karşıya gelişler yüzünden bir karmaşa olduğu gerçek, ama bu sayede hep üstü örtülmüş, gizli kalmaya çabalanmış şeyler daha aleni tartışılmaya başlandığı için iyi de. O zaman dönüp bizim bugünkü halimizdeki sıkıntıların, zaafların, eksikliklerin toplumsal veya bireysel olarak bunlarla ilgisi olup olmadığını sormak gerekiyor. Bu bireysel hayatlarımızda da böyle. Kendi hayatlarımızdaki yaraları, suçları, utançları da saklamaya çalıştığımızda bir zaman sonra başka bir şekilde bir cerahat ortaya çıkıp rahatsızlık vermeye başlıyor. Kitabın ilk bölümündeki öykülerde o toplumsal yan biraz daha ortada dediğin gibi. Daha doğrusu kitabı hazırlarken ilk bölümde bu tarzdaki öyküleri bir araya getirmeyi yeğledim demeliyim. Meselenin daha çok bizim hayatlarımızın bunlardan nasıl etkilendiği üzerinden okunmasını sağlamak istedim. Toplumsal-bireysel ayrımının da aslında kimi zaman çok önem taşımadığını ya da ancak bu ikisinin birlikte ve karşılıklı ilişkileri içerisinde ele alınırsa meselenin algılanabileceğini göstermek istedim.

Öykülere baktığımızda, toplumsal siyasal birtakım meselelere değineni de son derece bireysel gibi duranı da bir "an"ı işaret ediyor. O anın sıradışılığını fark etme anı diyebilirim bunun için. Özel bir anın öyküleri Kaldığımız Yer.

Bazı anlar, bazı görüntüler bunları fark ettiğimde bunun bir hikâyesi olabilir dedirtiyor. Bir tür algıda seçicilik belki de. Klasik öykü tanımlarında da " öykü ânın anlatımıdır" sözü kullanılır. Ama her ânın içerisinde saklı bir geçmiş vardır ve gelecekte ne olacağına dair de bir şeyler de saklı gibidir. O nedenle ancak o kritik anlar, öykü anlarıdır. Elbette her anın hikâyesini yazmayız. Bir şekilde geçmişin ve gelecekte olabileceklerin billurlaştığı, billurlaşır gibi olduğu anları yazmayı tercih ediyorum. Aynı şekilde çok bireysel görünen bir ânın içerisinde o andaki sıkıntıyı, buhranı, gerilimi belirlemiş toplumsal bir etmen de bulunabilir. Toplumsal-siyasal etmenin derinlerden su yüzüne çıkar gibi olduğu, kısa bir anlığına da olsa kendisini gösterdiği anları kurgulamaya çalıştım diyebilirim.

Şimdi bu cevabın üzerine aklıma geliyor. Örneğin ikinci öykü, "Hiçbir Şey Olmamış Gibi” baştan sona kadar aslında çatırdayan bir ilişkiye dair. Ki sonunda bile açıkça bir ifade olmadığı halde, çiftin yaşadıkları sorunlu dönemin etkisiyle değil sokağa çıktıklarında karşılaştıkları “şehrin hali” etkisiyle nefesleri kesiliyor. Demek istediğim şey şu; kişisel hayatlarımıza değen bir şehir “an”ı artık bu… ne söylemek istersin?

Evet, şehrin o ânı bazen insanlara dokunuyor, dokunmakla kalmıyor, değiştirebiliyor da. Alışılmış olanı, sıradanı, olağanı kırıyor, alt üst ediyor. Bunu fark etmeyen öykü kişisi için her şey aynı, hiçbir şey olmamış gibiyken fark eden için her şey artık bambaşka olabiliyor. Böylesi bazı kritik ve özel zamanlarda toplumsal olanla bireysel olan öylesine iç içe geçer ki, en kişisel sayılabilecek seçimlerimizi toplumsal durumun da etkisiyle yaparız; ya da toplumsal bir olay karşısındaki tepkimiz siyasal-toplumsal olmanın ötesinde çok derinlerden bir yerden gelir. Kalbimiz bir başka atar, uykumuz kaçar, kapalı yerlerde duramayız, önümüze kim çıkarsa çıksın aynı şeyi konuşmak isteriz. Az önce de söyledim, bireysel ile toplumsalın sınırını çok rahat tayin edebilecek durumda değiliz, bu sınır olumlu ve olumsuz anlamlarda çok sık ihlal ediliyor. Edebiyat da sınırları ihlal etmeye her zaman meyyaldir. Hele ki sözünü ettiğim kritik anlarda.

Edebiyatın güncele değmesi; Gezi Direnişi örneğin. Hakkında kısa sürede bir şeyler yazılan, ondan ilhamla romanlar öyküler yazılan bir kitlesel hareket oldu. Edebiyata bu kadar çabuk yansıyan nadir olaylardan.

Evet, bazı toplumsal olayların böyle bir etkisi var. İçinde yaşadığımız, etkilendiğimiz olaylar daha yaşanırken ya da hemen ertesinde hikâyeleştirilir, şiiri, şarkısı yazılır. Özellikle sözlü kültürde daha bir eşzamanlı yaşanırmış gibi gelir bana. Bazı ağıtları hatırlayabiliriz bu anlamda. Edebiyat söz konusu olduğunda araya zaman girmesinin elzem olduğuna ben de katılıyorum. Ama yaşanan hiç akla gelmeyecek bir şeyse, o zaman gerekliliklerden, zorunluluklardan, olması ya da olmaması gerekenlerden söz etmek ne kadar doğrudur, bilemiyorum.

Zaman zaman kahramanların kendi hayatlarıyla başkalarınınkini mukayese ettiğini görüyoruz. Belki de “arada” kalmışlıklarının en basit ifadesi olarak…

İlk öyküde sözünü ettiğin mukayese durumu var. Fakat benim esas olarak bu gibi mukayeselerde dikkatimi çeken başka bir yan var. Tuhaf bir şekilde hayatlarımızdan hoşnut olmadığımız halde, başkalarının hayatlarına baktığımızda, onların halini imrensek bile kendi hayatlarımızı bize yaşanılır hatta daha iyiymiş gibi hissettiren mekanizmalarımız var derinlerde bir yerde. Biraz bunu kurcalamak istiyorum. Bu çok zaman nihilist bir hal alabiliyor. Zaten bir manası yok öyle ya da böyle olmasının deyip çıkıyoruz işin içinden. Bunun yanı sıra başka zamanlarda hakkında söylenip durduğumuz halimizi olumluyoruz, bir yandan da hiçbir şeyin değişmeyeceğine olan inancımızı pekiştiriyoruz. Özellikle ilk öyküdeki kişi arkadaşının hayatına, yaptıklarına imrenmekle beraber bir şeyleri kaçırmamış olduğuna ikna etmeye de çalışıyor kendisini. Bunu da imrendiği şeyleri önemsizleştirerek yapıyor. Böyle bir refleksin bir ruh halinin karakteristiği olduğunu sanıyorum.

Diğer öykülerde bu kadar bariz bir karşılaştırma var mı bilmiyorum. Ama sonuçta kendimizi başkalarına bakarak tartıyoruz, başkaları üzerinden tanıyoruz. Karşılaştırmalarımızdan çıkan sonuca göre ya hoşlanıyoruz ya hoşlanmıyoruz. Dolayısıyla kendi içine dönük karakterler bile bir yanlarıyla dışarıya dönükler, dışarıyı merak ediyor, birtakım soruları, örneğin başkaları nasıl yapıyor nasıl yaşıyor sorusunu kafalarının bir köşesinde tutuyorlar.  O anlamda karşılaştırma bahsi hikâyelere de giriyordur muhakkak.

Elbette çağın tanığıdır yazar, ama haricen "bir yazar duruşu" gibi bir anlayışın, yani memleket bu haldeyken görmezden gelmek olmaz gibi bir yaklaşımın mı var yoksa kendiliğinden ortaya çıkan bir toplumsala değinme hali mi bu?

Bütün öykülerin toplumsal meselelere değindiğini sanmıyorum, dolayısıyla “görmezden gelmek olmaz” gibi bir yaklaşımım da yok. Kitabın ikinci bölümü nitekim daha bireysel olaylar çevresinde gelişen hikâyelerden oluşuyor.

Bir önceki öykü kitabımı beş yıl önce yayımlamıştım. Aradan geçen zamanda yazdığım öyküler içerisinde neredeyse yarısında böylesi bir toplumsallıkla temas var. Diyelim bir-iki tanesi tematik kitaplar için yazılmış olsun. Ama yine de bir şekilde bu toplumsal meselelere değme ihtiyacı hissetmişim. Böyle öyküler yazayım diye özel bir çabam, kaygım yok. Ama içindeyiz hepimiz bu olayların. Zihnimiz bunlarla meşgul. Burnumuzun dibinde insanların katledilip memleketlerinden sürüldüklerini, yüz yıldır bir şeylerin çok da değişmediğini görüyoruz. Bunu televizyonlardan, gazetelerden, internetten de öğrenmiyoruz, sokağa çıktığımızda görüyoruz.

“Geçmişte kalmış acıların hayaletleriyle boğuşmak”. Kitabın temel kilit cümlelerinden birisi bu aslında hem birinci bölüm için hem de ikinci bölüm için...

Geçmişle hesaplaşmak, geçmişi bugünden görmek, geçmişte yaşanan kimi hadiseleri biraz utanarak biraz "umarım onlar da unutmuştur" diyerek hatırlamak ve sonrasında unutmaya çalışmak, ama unutamamak, belki de unutma çabası nedeniyle unutamamak... Bunlar çok insani durumlar ve tahmin ediyorum ki pek çok kişi yaşıyordur bunu. Benim diğer bir derdim, bugünün insanının ruh halini görmek. Öyküleri bu amaçla yazdım demiyorum ama bir öykü kurup, bir karakter yarattığımda o öykü ister istemez benim gözlemlerimden, tanıklıklarımdan, tanıdıklarımın yaşadıklarından kendi içe dönük birikimlerimden de ortaya çıkıyor. Şöyle bir şey var, sinik bir yanımız var. Herkeste böyledir demiyorum ama bir şekilde bazı şeyleri önemsizleştirmeye çok eğilimliyiz. Bir taraftan bir şeyleri fazla abartmaya meraklıyken, buna eğilimliyken aynı zamanda da önemsizleştirmeye çabalıyoruz. Hallolur canım bunlar diye geçiştirmeye çok meraklıyız. Bu yönden bakınca çok tuhaf çelişkileri içimizde taşıyoruz. Geçmişin hayaletleri kimi zaman bizim bugündeki çelişkileri görmemize vesile olur o hayaletler sayesinde bugün aynı hatayı yapmamayı, aynı acıyı yaşamamayı öğreniyoruz. Öykü yazarken ben "şöyle bir durumun öyküsünü yazayım" fikriyle oturmuyorum ama yazarken şunu da fark ediyorum, kendi kendimizi kandırdığımız anlarla ilgili bir metin kurmak hoşuma gidiyor.

Herkesin var mıdır böyle geçmişte kalmış ve unutmak istediği acıları sence?

Bilemiyorum bu biraz kişilik yapısıyla ilgili. Bugün benim hatırlamaktan utandığım bir hadise bir başkası için gülünüp geçilebilecek bir hadise olarak değerlendirilebilir. Ya da bir başkasının utandığı bir şeye ben gülüp geçebilirim. Benim geçmişe dönük bir yanım var diyeyim. Bu kimi zaman can sıkıcı kimi zaman da sağaltıcı oluyor. Ama bunların hepsini birer hesaplaşma olarak görmemek gerektiğine inanıyorum. Demek istediğim şey şu, herhangi bir şeydeki, olay, nesne, durum... beni geçmişten başka olaylara yerlere çağrışımlarla götürebilir... Öykülerdeki bu durum benim bu kişilik özelliğimden de geliyor olabilir. Hafızam da güçlü gibidir veya bana öyle gelir, biraz didiklemeyi de severim geçmişte olan biteni. Ama bunu da öyle kesin hesaplaşmalar sonrası tamam hallettim, bunun notunu verdim, bunu rafa kaldırdım diyerek sonlandırmam. O kalır öyle, kalması gerekiyordur çünkü. Bugün kategorize edip, kilitleyip kapattığımız bir şeyin yarın öbür gün kapanmamış olduğunu, başka biçimde uç verdiğini fark edebiliriz.

Yine kitaptaki bir cümle çok şey söylüyor aslında. "Bazı anlamlara gelmiyor her şey." Aynı dili konuştuğumuz halde anlaşamıyoruz insanlarla ve dahası öyküde "yazmak" ve anlamak meselesine değindiği için sen yazdıklarında da bu endişeyle doluyor musun, ya anlaşılmazsa veya doğru mu anlaşılacak acaba diye?

Bu cümle Oğuz Atay’dan alıntı, beni çok çarpmış bir cümledir. Yıllar boyunca sayısız kez kendi kendime yinelemişimdir, aynı kelimelerin, cümlelerin başkalarınca çok farklı anlaşıldığını gördükçe. Öykü yazınca bunu bir de edebi düzlemde deneyimliyor insan. Yazdığınız bir şeyin çok başka biçimde anlamlandırıldığını görmek her seferinde şaşırtıyor, çok zaman sevindiriyor da.

Yalın bir anlatımla yazdığım halde benim hikâyelerde bazen esas olarak dert ettiğim konunun tam olarak anlaşılamayacağı yerler olduğunu biliyorum. Yazdıklarımı okuttuğum arkadaşlarımdan aldığım geri dönüşlerden biliyorum bunu. Benim hiç ummadığım biçimde algılanıyor olması ayrıca hoşuma gidiyor. O zaman ben kafamdakini yazdım ama okuyucu tarafından yeni bir öyküye dönüşmüş, diyorum. Bu benim için bir sorun değil, hatta bir yerde zenginlik de demek bu. Bazen biraz daha açsam mı, daha çabuk anlaşılır hale getirsem mi dediğim oluyor yazarken. Genel anlamda bu kitap için "açsam mı" sorusunu sorduğum zamanlarda "hayır açmayayım" dedim.

Aynı dili konuştuğumuz halde anlaşamamamız, gerekli frekansı kuramayışımız her an herkesin başına gelebilen bir şey ve çok da doğal aslında. Çünkü o iletişim anında yakınlaşmayıp uzaklaşıyor bile olabiliriz. O anki ruh halimiz, kişisel olarak kimi kelimelere kattığımız anlamlar çok zaman ayrışmaya, uzaklaşmaya sebep olabiliyor. Bir insanın kendisiyle ilgili çok konuşması da örneğin, bu kendisini açık ettiği anlamına gelmez her zaman, böyle yaparak farkında olarak ya da olmayarak kendisini gizliyor da olabilir... Anlattıklarımızın gerçekliği ne kadar kuşattığı da ayrı bir meseldir zaten. Bu yüzden iletişim problemi didiklemeyi sevdiğim konulardan biri gerçekten de...

Toplumsaldan bireysele geçiş dıştan içedönük bir yapıya geçiş var kitapta biçimsel olarak bu bilinçli bir tutum muydu peki...

Öykü kitaplarını kimileri kitaptaki sırayla kimileriyse karışık okurlar. Kitabın iki bölümden oluşmasını istemiştim ve bunu yaparken de açıkça birinci bölüm, ikinci bölüm ifadelerini kullanmak istemedim, onun yerine, ilk öyküden itibaren sırayla okuyacak okur için bir şeylerin değiştiğinin kerterizi olabilecek şiir alıntısı kullandım. Öte yandan ikinci bölümdeki bir ya da iki hikâyeyi birinci bölüme de alsam çok sırıtmazdı gibi geliyor bana. Evet, ikinci bölüm biraz daha gündelik hayata dönük noktalara değiniyor, ama diyelim ki “Sen Buraya Layık Değilsin” kolaylıkla kentsel dönüşüm meselesinden söz edildiği için toplumsal bir değini olarak da okunabilir. Kitapta bir bölümle yaparken biraz bir şeyler diğerinden ayrılsın ama çok da keskin olmasın istiyordum. O öykülerin bendeki duygusal karşılıklarıyla da alakalı bir durum sanırım bu. Tabii şunu da belirtmeliyim, birinci bölümdeki öyküler toplumsal, ikinci bölümdeki öyküler daha bireysel diye bir keskin ayrım yapmak da bana çok doğru gelmiyor. Örneğin Ermeni Soykırımı'na bir biçimde değen bir öyküde de yine birey üzerinden, bireyin duygu dünyası üzerinden bir öykü kurmaya çalıştım. Hatta sorunda vurguladığın içedönüklük ilk bölümdeki öykülerde daha baskın belki de. Şu da var: Bölümlemedeki ayrım biraz da rastlantısal ve o anki ruh halimle alakalı bir şey... Bir ay önce veya bugün kitaptaki öyküleri iki bölüme ayıracak olsam kitaptan bir parça farklı şekilde yapabilirdim sanırım.

Behçet Çelik öykülerinin kahramanları, tipleri hiç seslerini yükseltmeyen karakterler. Anlatırken de yaşarken de bağırmıyor sakin sakin aktarıyorlar...

Açıkçası bağırırlarsa da içlerinde bağırıp dışarıya çok yansıtmıyorlar. Bana biraz öykü de böyleymiş gibi gelir. Çok bar bar bağıran bir tür değildir çünkü öykü. Daha mütevazıdır, daha alt perdeden seslendirilen bir edebi tür gibi gelir. Ya da ben yıllar içerisinde yaza yaza böyle bir tarzı benimsedim ve başka türlüsünü de yazmadığım, yazamadığım için böyle olduğuna inanıyorum.

Öykülerin çoğundaki buruk ton buradan mı geliyor peki? Doğrudan hüzünlü diyemesek de?

Buruk bir ton sanırım var. Belki beni yazmaya çeken zaten böyle bir şey. Güllük gülistanlık ve sürekli sevinç içerisinde olan bir insanın çok da yazası olmaz sanırım. İnsanı yazmaya iten şey biraz hoşnutsuzlukları ve burukluklarıdır. Ama o buruklukların içerisinde sevinçle dolaşık bir yan, ya da arada sevinç gibi bir şeyin kendini gösterir gibi olduğu bir yan olduğunu da akılda tutmak lazım. Hiç sevinmemiş olsak, burukluk duymayız. Edebiyatın hatırlamakla, bir zamanlar olup artık olmayanlarla, onları hatırlamakla, hatırlayarak geri getirmeye çalışmakla, bunun gerçekleşmeyeceğini bilip burukluk duymakla bir ilişkisi var bence.

(IAN.Edebiyat'ın Nisan 2015 tarihli 8. sayısında yayınlanmıştır.)

Comments

6 + 8 =  Solve This To Prove You are a Real Person, not a SPAM script.