SÖYLEŞİ: "Gün Ortasında Arzu" - Emeti Saruhan

Wednesday, December 1, 2010 12:56:00 PM

Gün Ortasında Arzu, Behçet Çelik’in beşinci hikaye kitabı. Behçet Çelik, kurgu oyunları içermeyen, yalın bir anlatımla, sıradanlığın, ayrıntıların üzerinden, bazen bir duygunun bazen bir durumun peşinden giden hikayeler yazmayı seven bir hikayeci. Gün Ortasında Arzu’daki hikaye kişiliklerinin neredeyse hepsi okumuş yazmış, konuşmuş, tartışmış sonra kendi içlerine dönerek kendini, çevresini, varlığını sorgulamaya başlamış, bu bocalamanın içindeki kişilikler. Küçük detaylar, işaretler, izler üzerinden karşılarındaki kişinin hayatını tahmin etmeyi, daha doğrusu hikayesini yazmayı seviyorlar. Çelik, aslında hepimizin günlük hayatta yaptığımızın hikaye yazmak olduğunu, bu nedenle hikayelerinde “karşımızdakinin hikayesini yazmayı” özellikle konu edindiğini söylüyor.

Kahramanlarınızın hayatta tutunamayanlar, hikayelerinizin de karamsar olduğunu düşündüm. Ne dersiniz!

Karamsar değil de, mutsuz diyelim. Kahramanlarım tutunamayanlardan ziyade, tutundukları yerde çok mutlu olmayanlar. Yakın arkadaşlıklar kurulan bir hayat biçiminden çıkıp, daha tekil hayatlara geçilmiş olmanın sıkıntısını ya da bir şekilde mekan değiştirmenin sıkıntısını, kendi iç yolculuklarına verdikleri önem nedeniyle dışarıyla bağlarını seyreltmelerinin yarattığı bir değişim ve dönüşüm döneminin sıkıntısını yaşıyorlar. Hayatlarının muhasebesini yapma ihtiyacı duyup kendi içlerine dönmüş, kendi içlerini didiklemeyi bütün işlerin önüne almış hikaye kahramanları, hem gördüklerinden rahatsızlar hem de bu iç muhasebeyi yaparken dışarısı ile yoğun bir iletişime giremiyorlar. Bir tutukluk var. Bu belki geçmişte çok fazla konuştukları için sessizleşmeyi yeğlemeleri ya da kalabalıklar içerisinde yaşamış olmalarından kaynaklanıyor. Şimdi bu tenhalık bir ihtiyaç olarak doğmuş ama tenhalığın içerisinde yine de geçmişin ağırlığını duyup, sıkıntısını hissediyorlar.

“Hakim Amca Beni Sormuş” hikayesinde Hakim Amca’nın da tespit ettiği gibi kahramanlarınız bilgili, yazı-çiziyle uğraşmış, kendisi yazmıyor ama halihazırdaki yazar ve şairleri de beğenmiyorlar… Sanki kendileriyle birlikte entelektüel çevreleri de sorguluyorlar.

Sadece çevreyi değil, kendilerini de ölçüp biçerken biraz acımasızlar. Doğrusu böyle olsun diye bir çaba göstermedim ama kitabı oluşturmak için elimdeki hikayeleri bir araya getirdiğimde gerçekten yazı çiziyle uğraşmış ancak edebiyatla bağı gevşemiş ya da neredeyse hiç kalmamış, yazmayı ya da dergi çıkartmayı geçmişteki bir hatıra olarak hatırlayan kahramanlar çıktı ortaya. Ben hikayelerimde çok fazla sebeplere girmeyi sevmiyorum. Ne olduğunu okur tamamlasın. Entelektüel ortamların eleştirisi gibi algılamak mümkün ya da kendisinin geldiği noktada bunu yapamaması da olabilir.

Karşılarındaki kişiye, görünen özelliklerinden yola çıkıp bir hikaye yazıveriyor kahramanlarınız. Adeta birer hikayeci hepsi.

Hikayelerimde bunu bilhassa konu edindim. Aslında hepimiz hikayeyle içli dışlıyız. Kendi içimizde yaşadığımız gibi gördüğümüz, karşılaştığımız, konuştuğumuz başkalarının da hikayelerinin ne olduğunu merak ediyoruz. Beynimizdeki ipuçlarından hareketle, bir kısmını kafamızdan yazıp hikayeyi tamamlıyoruz. Kendimize dönüp baktığımızda aslında kendi geçmişimizi de bir metin olarak görüyoruz. “Ben böyleyim, ben şöyleyim” dediğimiz zaman aslında bir hikaye yazmış oluyoruz. Çünkü kendiliğimize çok vakıf değiliz. O kertede bir farkındalığımız yok. Dolayısıyla insanın kendisiyle, içinde olduğu insanlarla ya da gözlemledikleriyle sürekli bir hikaye yazma edimi içinde olduğunu düşünüyorum. Bu hikaye kişilerinde de bir miktar var. Kendilerine dönüp daha derinlemesine bakmaya çalışırken dışarı ile ilgisiz gibiler ama bu karşılıklı iletişim anlamında bir ilgisizlik. Fakat karşısındakinin ne olduğunu iletişime geçmeden önce görmek istiyorlar. Bunun için de aslında bir hikayecinin yaptığını yapıp işaretlerle bütünü tamamlama arzusundalar. Benim yaptığım da gözlemin yanısıra bir tür empati arayışı. Şekillerin ve insanın yerine geçme çabası.

Kurgu oyunlarını, metinler içerisine yerleştirilmiş bulmacaları çok benimsediğimi söyleyemem. Hayatın detayları üzerinden hikayeler yazmayı seviyorum. Bir insanın marketteki alışveriş arabasındaki eşyalardan onun nasıl bir hayat sürdüğünü sezebilmek gibi. Bir anın, duygu durumunun, bocalamanın edebi olarak ifadesi peşindeyim.

Kahramanların karşı cinsle ilişkileri de sıkıntılı.

Kendi içine dönmüş kendini kurcalayan birinin, karşı cinsle ilişkisinde iletişimi kolay olmaz gibi geliyor bana. Geçmişte yaşadıkları kırgınlıkların yarattığı çekinceyle yeni bir ilişkiye çekinerek giriyorlar. Ben aslında herşeyi net olarak ortaya koymayı istemiyorum. Bir bütünlük var hikayelerimde ama o bütünü her okuyan kendi penceresinden tamamlasın istiyorum. Ama özünde kendi içlerine dönmeleri ya da dönememelerinin hikayesi. Çünkü kendi içine dönmek kolay bir şey değil. Bu bocalamanın hikayesi.

Hikayelerinizdeki bazı bölümler bilinç akış tekniğini çağrıştırıyor.

Özellikle bu kitapta, hikaye kişilerinin, kendi içlerine baktıkları anları hikayeleştirdiğim için bilinç akışı tekniğini biraz andıran bir tarz gerekti. Ama bilinç akışı tekniğinde zihinden geçenler tamamen, mümkün değildir ama, neredeyse filtresiz bir şekilde verilir. Bense hikaye kişisinin zihninden geçenleri gözlemler üzerinden yazdım. Bilinç akışı diyemeyiz sanırım buna.

Yazı serüveniniz içindeki yeri neresi Gün Ortasında Arzu’nun!

Bunu ben tam olarak söyleyemem. Geçtiğimiz yıl yayınlanan “Adana’ya Kar Yağmış” isimli kitabım üzerinde iki yıl çalıştım. Bu çalışma sırasında pek hikaye yazamadım, küçük notlar aldım. Adana benim yaşadığım, çocukluğumun geçtiği yer. Yoğun bir şekilde Adana’yla ilgilenince, kitabın ilk bölümündeki, şehre dönüş hikayeleri diyebileceğimiz, hikayeleri yazma fikri ortaya çıktı. Çok dışarıdan bakıp şöyle bir aşama var diyemem ama bir farklılık var ve bu da hayatın akışına uygun bir şey.

Yeni Şafak Kitap, 2 Mayıs 2007

Comments

Comments are closed on this post.