SÖYLEŞİ: Behçet Çelik'le Söyleşi - Hüseyin Güneş

Friday, February 8, 2013 1:09:00 PM

1. Öncellikle öyküleriniz her ne kadar hayatın her köşesinde karşımıza çıksa da soyutlamalar ve imgelere çağırıyor bizi. Acaba biz yaşamın gerçekliğine katlanamadığımız için mi soyutlamalardan kendimize yaşam seçiyoruz? Siz bize bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Soyutlamaların hayata katlanıp katlanmamaktan çok hayatı anlamakla bir ilgisi var. Öykü kişilerinin soyutlamalarla ilişkisi ikircikli bir ilişki olarak değerlendirilebilir. Sıkışıp kaldıkları yerde zihinlerinde olup bitenleri, kendilerini, yaşaya geldiklerini vs anlamlandırmaya çabalıyorlar. Çoğu zaman zihinlerinde buldukları “soyut” yanıtla tatmin de olamıyorlar. “Yaşamın gerçekliğinin” karşısına “soyutlamaları” koyarsanız bu ikisi karşıtmış gibi bir anlam çıkabilir. Soyutlamalar karşımıza çıkan somut şeyleri zihnimizde bir yere koyma, belki benzerleriyle bir çatı altında buluşturma, demin de belirttiğim gibi ona bir anlam verme, ya da ondaki anlamı ortaya çıkartma çabasıdır; onların inkârı anlamına geleceğini sanmıyorum bunun. Öte yandan yaşamın gerçekliğinin kimi zaman katlanılmaz olduğu da gerçek. Katlanamadıkları şeylerle karşılaştıklarında içlerine döndüklerini düşünebiliriz öykü kişilerinin. (Başkaları pekâlâ katlanırken ben neden katlanamıyorum, sorusunun peşinden gitmiş olabilirler mesela.) Ne var ki içlerine döndüklerinde karşılaştıkları benliklerin de katlanılır olduğunu iddia etmek kolay değil. İçe dönmek kaçış olarak algılanabilir, ama kimi zaman asıl cesaret isteyen içeriye bakabilmektir. Orada gördüklerinizden ötürü başkalarını suçlamanız kolay değildir çünkü. Şu da var: Her zaman içe dönük kalamaz insan; ama uzun süre kendine dönüp kendiyle didişenler başkalarıyla, ya da sizin deyişinizle “yaşam gerçeklikleriyle” karşılaştıklarında uyum sağlamakta da zorlanırlar. Böylesi zorlanma anlarını yazmayı seviyorum. Ne tam içe dönük ne bütünüyle dışarıda... Soyutlamalardan bir yaşam kuramayacaklarının farkındalar, ekmek imgesinin kendilerini doyurmayacağını, soyut bir sevgili fikrine sarılamayacaklarını biliyorlar. Bunu bilmek bir şeyi değiştiriyor mu? Sanmam.

2. Gecede Tuhaf Gölge öyküsünde insanın hakikatinin peşine düşerken, onun içinde bulunduğu sınıfsal konumunu da irdeliyor ve küçük burjuva karakterini deşiyorsunuz?

O öyküdeki anlatıcı önceki sorunuza verdiğim yanıtta sözünü ettiğim şeyi yapıyor. Kendi içine dönüyor ve içine döndüğünde kendi çelişkilerini görüyor. Başkalarına bakarken bilediği bakışı mı kendine döndüğünde eski keskinliğinde, tersi mi doğru, emin olamıyoruz; tek bildiğimiz bakışının keskinleşmiş olması. Bugün ihtiyacımız olan da bu içe dönük keskin bir bakış, değil mi? Cesaretle kendimizi görebilmek. Kendimize ilişkin kurguladığımız hikâyelerimizin bizi gerçekten yansıtıp yansıtmadığını tartabilecek cesaretle... Dışa dönük bir şey yapabilmemiz için, buna dışarısını anlamak da dâhil, kendimizle ilgili bugüne dek yalan yanlış kurguladığımız şeylerin farkına varmamız gerekiyor. Böylesi farkına varma anlarını önemsiyorum. Bu aydınlanma anları bir kerede her şeyi aydınlatıveren ışık patlamaları değildir. Yanar yanmaz anında sönen, belki çok da aydınlatmayan anlardır, belki o anda çok şey göremeyiz, tek gördüğümüz/sezdiğimiz eskiden gördüğümüz şeylerin eskisi gibi olmadığıdır. Öykünün böyle anlık pırıltıları anlatmak için uygun bir edebi form olduğunu düşünüyorum.

3. Kitabınıza Diken Ucu adını vermişsiniz. Diken Ucu adlı öyküyü genel bir okumaya tuttuğumuzda sanki artık gülden ümidimiz kalmamış. Herkes yılışa yılışa gülü değersiz bir şey haline getirmiş. Bu yüzden Diken Ucu, yeni bir imge olarak karşımıza çıkıyor ve bize bir yeni yaşama ümidi vaat ediyor? Bize biraz açabilir misiniz? Diken Ucu nedir ve hayatımızın neresinde?

“Diken Ucu” öyküsünü yazarken de, kitaba bu ismi seçerken de doğrusu gül benzetmesi aklıma gelmemişti. Acısını sürekli duymadığımız için varlığını unuttuğumuz, ama bazı anlarda etimize batan bir kıymık gibi düşünmüştüm diken ucunu. Çekip çıkartmak mümkün değil, onunla yaşayacağız; sızısı arada zonklayacak etimizde. Geçmişte çözülmeden kalmış bir şeyler de böyle sızlamaz mı? Artık çok geç görünür bize. Kusur sadece karşı tarafta da değildir, biz de sorumluyuzdur o dikenin batmasından. Dikenin batması bize geçmişin yaşandığının da bir işareti aynı zamanda. Sizin imgeniz çok yerinde. Geçmişte kalmış olan “gül”ün hayal olmadığının tek ispatı etimizde sızısını duyduğumuz diken ucu.

Kitaba isim ararken kitaptaki öyküler arasında en çok “Diken Ucu”nun kitabın genelini kapsayacak bir yanı olduğunu düşündüğüm için kitaba bu ismi verdim. Öykülerin çoğunda geçmişte kalmış, hesabı kapatılmamış bir şeylerin sızısı var.

4. Diken Ucu'nda bir özlem birde demet adlı bir kadın var 'geçmişte'. Fakat orada “geçmişimiz de yok artık bizim -kalmadı” diyerek geçmişin elimizden alındığı temasını öne çıkartıyorsunuz? Bu tam olarak neyi ifade ediyor?

“Geçmişimiz de yok, kalmadı” derken bu geçmişi birilerinin elimizden aldığını söylemek istemiyor öykü kişisi. Bu, suçu kabahati başkalarına atmak olur. Geçmişimizdeki bazı şeyleri, bazı insanları hatırlamak, güzel bile olsalar, bize acı veriyorsa, bunda bizim de dahlimiz vardır. Bu öyküde “bizim” derken, anlatıcı Demet’le ikisine ait bir geçmiş kalmadığını vurgular. Daha geniş bir biz’in geçmişine değil, bu arkadaşlık ilişkisinin geçmişine atıf vardır. Bütün ilişkilerimiz devam etmemiştir. Bazıları geçmişte kalır. Onların bazısını hatırladığımızda, Ahmet Haşim’in, “Bize bir zevk-i tahattur kaldı/ bu sönen gölgelenen dünyada” dizelerini hatırlatan bir tat alırız. Bazılarını ise hatırladığımızda bir diken ucunun sızısını duyarız.

5. Kaldığımız Yer hikâyenizde iç içe olan iki farklı hikâyeyi anlatıyorsunuz. Gerçek bir insan hakları ihlali olan zorla köylerinden sürgün edilen insanların hikâyesi başka bir hikâyenin içerisinde çok belirgin değil. Neden böyle bir hikâyeyi yazma gereği duydunuz?

Bu hikâyeyi İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesinin bir projesi için yazmıştım. Yaşanmış insan hakkı ihlalleri (derneğe yapılmış başvurular vb belgeler) öykücülere ulaştırılarak bu insan hakkı ihlalinden yola çıkarak öyküler yazılması isteniyordu. Yazmakta zorlandığım bir öykü oldu. Daha doğrusu başlamakta zorlandığım. Ortada bir hikâye vardı, bunu süsleyip edebi bir kurgu içerisinde anlatmak bana doğru görünmüyordu. Bana ulaştırılan belgelerde genç bir insanın uğradığı işkenceler, haksız yere tutuklanışı vs vardı. Yaşadıklarının bu kişide manen neler yaratmış olabileceğini düşündüm. Benim için hikâye orada başladı; belgelerde, dava dosyalarında sözü edilmeyen, iç dünyalarda yaşananlarda.

Bu projenin başında bulunan İHD Diyarbakır şube başkanı öykücü arkadaşım Av. Muharrem Erbey’in yüzlerce Kürt siyasetçisiyle birlikte tutuklanması ile proje yarım kaldı. Ben de bu öyküyü kitabıma aldım. Bildiğim kadarıyla başka öykücülerden de bu proje için kaleme aldıkları öyküleri yayımlayanlar oldu. Umarım Muharrem kısa zamanda tahliye olur ve biz de bu proje için yazılmış öykülerin tamamını bir arada okuyabiliriz.

6. Sezdirmeye çalıştığınız şeyin tam olarak ne olduğu çok önemli olmadığını söylüyorsunuz. Farklı insanlar farklı şeyler sezebilirler. Kesik çizgilerle anlatılmış bir hikâyenin eksik yerlerini herkes nasıl tamamlayabilir?

Öyküde her şeyin anlatılması okuru edilgen bir noktada tutar. Yazar olan biten her şeyi biliyordur ve bunları anlatıyordur. Öykülerin içerisinde belirsiz noktalar, boşluklar olduğunda her okur buraları kendi deneyimlerinden yola çıkarak tamamlamaya çalışacaktır. Sonuçta herkesin okuduğu öykü aynı olmayacaktır. Ama bu söylediğim şu anlama gelmiyor. Benim okurken içim sızlarken siz kahkahalarla gülmeyeceksiniz. Aynı duyguyu, benzer ruh halini duyacağız. Diyelim, aile içerisindeki bir kavganın az öncesini okuyoruz. Bir gerilim seziyoruz anne ile kız arasında. Ne olduğunu bilemiyoruz. Kavga edip etmeyeceklerinden de emin değiliz. Etmeleri muhtemel, o gerilim ilelebet öyle kalmaz. Bunları öykü bize sunuyor. Gerilimin neye dayandığına ilişkin sizle ben farklı şeyler düşünebiliriz. Ama öykünün anlatılmayan yerlerini nasıl tamamlarsak tamamlayalım, aile konusunun sorunlu bir konu olduğu konusunda mutabık kalırız.

7. Sağdan say, iki... soldan say, üç adlı öykünüzün kahramanı Cüneyt'in öyküsü iki uçlu bir hayat önermesiyle karşımızda. Daha doğrusu göz ile giz arasındaki bir farkındalığın gündelik hayata sinmişliğini anlatıyor. Dünyanın sabit çivisini sallamaktan bahsediyorsunuz? acaba tehlike; dile gelmek ve eyleme geçmek ile hep sağdan ve soldan denenmiş yönlerin empatikliğinin sentezi midir?

Bu öykünün kahramanı Cüneyt’in arkadaşı. Cüneyt onu saçma sapan bir şeyler yapmaması için oturduğu masadan kaldırıp lavaboya götürüyor. Bir süre sonra da masaya dönüyor. Öykünün isimsiz kahramanı bir masa dolusu arkadaşıyla tam olarak bilmediğimiz bir nedenle tartışmış. Bunca insana kendini anlatamadığı, aynı masada yiyip içecek kadar yakın olduğu bu insanların nasıl böyle vicdansız oldukları gibi nedenlerle büyük bir hüsran duygusu içerisinde kendini yalnız hissediyor. Türkçede ne kadar az sayıda olduğumuzu vurgulamak için kullanırız bu deyimi: “Kaç kişiyiz ki,” deriz, “sağdan say iki, soldan say iki...” Artmayız eksilmeyiz, anlamında. Öykünün adının bu denli umutsuz olmasını istemedim. Sayımızın artabileceğini, yeni bir sayımda sayımızın üç olabileceğini vurgulamak istediğim için, biraz da öykünün sonunda lavaboya bir başkası girdiği için onu da hesaba katarak, “Sağdan Say İki Soldan Say Üç” koydum öykünün adını. Pekâlâ, bu öykünün adı, “Peki, ya biz kaç kişiyiz?” de olabilirdi.

8. Öyküleriniz de dünyanın 'uğultu'sunu anlatmayı bireyler üzerinden tek tek kurduğunuzu söyleyebilir miyiz? Vermiş olduğunuz bir söyleşide; romana kıyasla öykünün derinden gelen sesi “uğultu”yu bize nasıl edersiniz?

Öyküde bize olup biten her şey anlatılmaz, öykücü bizden tamamlamamızı ister bazı noktaları. Bu nedenle romandan ziyade şiire yakındır öykü. Öykü okurunun kulağı daha keskin olmak durumundadır. Bize dünyayı dar eden şeyler artık sadece büyük savaşlar, yokluklarla gelmiyor üzerimize, daha sistematik bir şekilde, daha küçük noktalarda da karşımıza çıkıyor. Gündelik hayatlarımız işgal altında; aşklarımız, dostluklarımız meta muamelesi görüyor. Kendi içimize döndüğümüzde bile bir yanımızın o uğultunun frekansında ses verdiğini duyabiliyoruz. Bu nedenle dünyanın uğultusu metaforunun öykü için de uygun olduğunu düşünüyorum. Uğultunun kulağımıza değen her bir tekil sesini fark edebilmek için...

9. Kuantum Hikâye adlı hikâyenizde başlık her ne kadar rölativizmi öne çıkartıyor gibi görünse de, siz fizikten pek bir şey kullanmamışsınız? “Aynı hikâye iki kere okunmaz!” diyorsunuz hikâyede! Baktığımız kadarıyla newtoncu bir mekaniği, kuantuma ekleme gibi bir girişiminiz ortaya çıkmış. Oysa paralel iki doğru artık sonsuza dek kesişmeden gidemez ve iki nokta arası en kısa mesafe düz bir çizgi değildir. Yani kuantum ve matematik çok ilerledi. Bu nedenle bu hikâye kuantumu bilenlere bir şey önermiyor, ama bilmeyenlere bir şey öneriyor. Acaba biz mi çok sığ baktık? Yani burada algı, bilgi, bilinen ve bilen arasındaki ilişkinin kavranamazlığını differanc'tan beri biliyoruz. Ama öykücülük alanında, soyut matematik ve kuantumu gündelik hayata çekme gibi bir işe soyunmuşsunuz? Cesaretinizden dolayı da sizi takdir ediyoruz. Zor bir konuyu siz 'tam' olarak olmasa da üstesinden gelmişsiniz. Burada algı farklılıkları diyelim de itirazınızdan kaçma kapısını bulalım. :)

Doğrusu, sığ değil, derin okumuşsunuz öyküyü; soyut matematik ve kuantumu gündelik hayata çekmeye çalışmadım bu öyküde, bunlardan pek anladığımı da söyleyemem. Bu öyküde kuantumdan ironik bir bağlam içerisinde söz edilir. Öykü anlatıcısı da kuantum hakkında hiçbir şey bilmiyor. Arkadaşından öykünün her okunduğunda değiştiği önermesiyle birlikte kuantumla ilgili bir şeyler duyuyor. (Anlatıcının arkadaşının da kuantumu bildiğinden kuşkudayım!) Anlatıcı arkadaşını çok önemsiyor, bunun nedeni arkadaşının yaydığı hava ve fikirlerinin sürekli değişiyor olmasına karşın bir süreklilik varmış gibi davranmayı başarması. Bunlar ona cazip geliyor ve arkadaşının sözleriyle edimlerini anlamlandırmaya çalışıyor. Arkadaşı için anlamın çok önemi yok gibi. Ya da onun anlamdan anladığı şeyle anlatıcının anladıkları aynı değil. Bu nedenle anlatıcının arkadaşını anlaması pek mümkün değil. Referansları farklı çünkü. Bazen birinin laf olsun diye söylediği bir şey bizim için hayati bir önem kazanır. Sözlerin bir büyüsü var mıdır bilmem, ama bazen söz bizim ona verdiğimiz anlam ve önemle bir şeylerin değişmesine neden olabilir.

10. Son olarak bize genel öykücülüğü, 'öykü falı' tutma üzerinden anlatabilir msiniz? Bu 'öykü falı' kavramını ilk kez sizden duyduk doğrusu?

Öğrenciyken arkadaşlarımla elimize bir şiir kitabı alıp rasgele bir sayfasını açar o sayfadaki şiiri okurduk. Radyo dinlerken, “Bundan sonraki şarkı benim olsun” deyip çıkan şarkının sözlerinde mesaj aramak gibi, karşımıza çıkan şiirden mesaj arardık. Neden öyküden de fal tutulmasın, dedim. O öykünün anlatıcısı da rasgele açtığı bir sayfadaki öykünün etkisiyle arkadaşını arar.

Öykü falıyla öykücülük hakkında genel bir şeyler söylenemez sanırım. Ama Necatigil’in “bazı şiirler bekler bazı yaşları” dizesindeki gibi bazı öyküler bazı zamanları bekliyor. Öykü anlayışımız okuyageldiğimiz öykülerle oluşuyor, zamanla da yeni yazarlar okudukça değişiyor. Tabii ki yazdıkça da değişiyor. Bizi o kitaplara okumaya, o öyküleri yazmaya iten şeyler çoğu zaman bilinçli değil, rastlantısal görünüyor. Ama bir önceki okuduğumuz öykü bir sonrakine itekliyor olabilir bizi, ya da bir önceki yazdığımız öykü bir sonrakini... Bu durumda okur ve yazarken bir anlamda fal açıyoruz, ama ne fal açtığımızın farkındayız o an, ne de falımızda ne çıktığının. Falın anlamı hep falın çıkmasından (falda yazanların gerçekleşmesinden) sonra ortaya çıkıyor. Böyle de fal olmaz, değil mi?

(okudumyazdim.net'te yayınlanmıştır.)

Comments

Comments are closed on this post.