SÖYLEŞİ: "Behçet Çelik'le Söyleşi" - Erdem Öztop

Wednesday, December 1, 2010 6:11:00 AM

Sevgili Behçet Çelik, yeni hikâye kitabınız Gün Ortasında Arzu yayımlandı, bu vesileyle buluştuk. İlk anda şunu sorayım; öykü ile hikâye arasında herhangi bir farktan söz edilebilir mi?
Behçet Çelik: Bu konuda iki görüş var. Birinci görüştekiler, özetle, hikâye ile öykünün farklı şeyler olduğunu, öykünün edebi bir tür olduğunu, hikâyeninse anlatılan olaylar olduğunu belirtiyorlar. Benim de katıldığım ikinci görüşe göreyse dilimizde aynı olguyu, aynı edebi türü karşılayan iki farklı kelime var; biri öykü, öbürü de hikâye. Benim çoğunlukla hikâye kelimesini yeğlememin nedeni, hikâye kelimesini daha çok sevmem. Bana daha mütevazı gelmesi, “hikâye” kelimesinin gündelik dildeki başka çağrışımlarını da hatırlatıyor olması belki de.
Hikâye yazmak ne anlam ifade ediyor sizin için? Ya da genel anlamıyla, neden yazıyorsunuz?
Behçet Çelik: Hikâye yazmak benim için hem dışarı çıkmak hem de içeri girmek gibi ikili bir anlam taşıyor. Yazmak, yazmaya girişmek, bulunduğum ortamdan, ilişkilerden beni dışarı çıkaran bir etkinlik öncelikle. Bambaşka biri olma imkânı. Hem yazan kişi olmak, hem de yazdığınız, hikâyesini anlattığınız kişi olmak, olmaya çalışmak. Yeni bir hikâye yazmak, en küçüğünden yeni bir evren yaratmak. Bütün her şeyine vâkıf olmadığınız, olamayacağınızı bildiğiniz, sizin de nasıl bir şey olacağını merak ettiğiniz. Sonunu kestiremeyeceğiniz... Böylesine tuhaf, sizden bağımsız kuralları, sınırları olan bir yaratıcı eylemdir hikâye yazmak. Yaratıcı etkinliklerimiz çok az günümüz dünyasında, sınırlı bir hayatı, tekdüze işlerle geçiriyoruz. Üstelik bu küçük evreni yaratırken sadece kelimeler bulunur elinizin altında. Kelimeleri, yazdığı, konuştuğu dili seven biri böyle bir işe girişir sanırım. Her gün kullandığımız kelimeleri örgütleyip, bir araya getirip, çarpıştırıp, gerekirse eğip büküp yeni bir dünya yarattığınızı sanırsınız. Dilin, kelimelerin anlamlarını çoğaltan bir yanı da var yazmanın. Neden yazıyorum sorusuna öncelikle verebileceğim yanıt bu olabilir sanırım. Yazarken, yaratıcı bir etkinlikte bulunurken, çoğunlukla ihmal ettiğimiz tinsel yanımızla iyi kötü buluşuruz gibi gelir bana. Tinsel yanımız, kendimizden sıyrılıp yaratıcı yanımızla buluştuğumuzda hissettirir kendisini. Yeni bir dünya yaratmaya çabalamak, aynı zamanda insanın içinde yaşadığı dünyanın her şeyini yeniden gözden geçirdiği, reddettiği, barıştığı bir hesaplaşmayı da gerektirir. Olmayan bir evrende geçen bilimkurgu bir hikâye de yazsanız böyledir. Bunlardan da önemlisi, başka biri olmaya çalışmak, insana kendi sınırlarını da gösteren bir çaba. Dolayısıyla, başka biri olmaya çalışırken kendinizle sıkça yüz yüze gelmek durumunda kalırsınız. Bu yanıyla, dışarı çıktığınız gibi, ya da ondan da çok, içerilere de sokulursunuz yazarken. İçinizde olduğunuzu sandığınızdan başka biri, birileri bulunmasa, belki de yazmak dışarı çıkmak imkânı da vermez size. Öte yandan, hikâyeyle birlikte kendinizi yeniden kurarsınız belki de. Yazarken karşılaştığınız, tanıştığınız, yazmaya başlamadan önce hakkında pek bir şey bilmediğiniz karanlık yanınız da tam anlamıyla siz değildir. Yazmak, insanın kendisiyle, ötekilerle ve yazdığı dille ilgili farkındalığını arttırma imkânı taşır.
Bunların yanında, şunu da söylememe izin verin. Nedenlerini çok bilerek yaptığım bir şey de değil esasında yazmak, az önce söylediklerim, yıllar içerisinde yazdıkça bu soruya bulduğum, bulduğumu sandığım yanıtlar. Sevdiğim, yaptığımda kendimi iyi hissettiğim bir şey olduğu için yazıyorum esasında.
Bugüne kadar kurgusal çalışmalarınız hep hikâye yönünde oldu, yanılmıyorsam? Roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Behçet Çelik: Önemli olan yazmak. Yazdığımın hangi türe ait olduğu çok önemli değil. Bana kendisini yazdıran şeyler bugüne dek hep bir hikâye olarak göründüler. Belki de benim bakışımın hikâyeye ayarlı olmasından böyle oldu. Bu ayar hikâye yazdıkça oluşmuş da olsa, yarın bir gün anlatma isteği duyacağım şeyler için uygun türün roman olması da mümkün. Roman yazmam şeklinde bir rezervim yok anlayacağınız. Sakıncalı bir eğilim var günümüzde, romanın neredeyse edebi olmadığını söylemeye vardıracaklar, dolaşımda çok sayıda kötü roman bulunmasından ötürü. Böyle düşünmediğimi belirteyim. Hikâye okumayı çok severim, ama güzel bir roman okumanın bana verdiği haz da eşsizdir. Dediğim gibi, yarın ne yazacağım, nasıl yazacağım konusunda bugünden bir şeyler söylemem mümkün değil.
Aynı zamanda Virgül dergisindeki eleştirilerinizi okuyoruz. O halde şu soruyu sormalıyım size; son dönem öykü yazan yazarlarımız, tesadüf de olabilir, ilk romanlarını sundular biz okurlara. Bu tamamen kalemin güzergâhının bir tezahürü müdür, yoksa illaki bir roman yazmak isteği midir?
Behçet Çelik: İstemeden, kendilerini zorunlu hissederek roman yazdıklarını sanmıyorum. Anlatmak istediklerini anlatabilmek için roman bir biçim olarak kendisini dayatmıştır. Roman da yazan hikâyecilere baktığımızda ortalamanın üstünde romanlar kaleme aldıklarına da dikkat çekmek isterim. Hikâyeyi romana geçiş için bir aşama sandığım sanılmasın, ama yazmaya hikâye yazarak başlayan, bunu da başarıyla gerçekleştirmiş olan yazarların yazmaya romanla başlayanların düşebilecekleri bütün zorlukları, daha sınırlı imkânları olan hikâyeler yazarken sezdiklerini, dil, kurgu gibi konularda kendilerini çoktan yetiştirmiş olduklarını düşünüyorum. Hikâyeden romana geçmek ne düşüştür, ne yükseliş.
Sırası gelmişken, birkaç cümleyle, günümüz öykücülüğü hakkındaki düşüncelerinizi almak isterim…
Behçet Çelik: Günümüz öykücülüğünün heyecan uyandıracak yanının yazılan öykülerin çeşitliliğinde olduğunu düşünüyorum. Bir ’90 kuşağından söz edilebilir elbette, ama bu kuşak kendi içinde ciddi bir çeşitlilik arz ediyor. ‘80’lerde öykü kitabı yayımlatmak çok zordu. Yayıncılar nezdinde öykü kitabı yayımlamak ölü yatırımdı. (Maalesef bu durum, bugün de şiir ve deneme için geçerli gibi görünüyor.) Dergilerde de bir ya da iki öykü yayınlanabilirdi her ay. Şimdi pek çok öykü dergisi olduğu gibi, yayıncılar da öykü kitabı konusunda çekingen değiller. ‘90’lardan sonra öykücülüğümüzün bir atılım gösterdiğini kabul etmeliyiz. Bu çeşitlilik içerisinde benim dikkatimi çeken, öykücülerin kendi aralarında bir diyaloga girmemeleri. Aynı dergide birbirinden çok farklı öyküler yayınlanabiliyor. Günümüz dergiciliği için bu çok normal, ama son yıllardan aklımda kalan, öykücüler arası bir polemik gelmiyor. Bunun bir nedeni, geçmiş kimi polemiklerde kullanılan dilin acımasızlığıdır belki de. Polemik dendiğinde akıllara ilk olarak hırçınlıklar geliyor olması... Oysa edebiyat dünyasının canlanması hırçınlaşmadan tartışabilmekten geçmez mi? Umarım, bu gibi tartışmalardan kaçınılmasının nedeni sözünü ettiklerimdir. Günümüz öykücülüğünün çeşitliliği içerisinden, bu çeşitlilik içerisinde örneklerini gördüğümüz hikâye anlayışlarının da dışına çıkacak yepyeni hikâyeler yazılacaksa, bunlar biraz da yaşanacak tartışmaların ışığında kaleme alınmış metinler olacaktır. Yoksa belli tarzda yazan yazarların takipçileri sayılabilecek yeni kuşaklar çıkabilir. Bu da bir tıkanma sonucu doğurabilir.

Nahif hikâyeler yazıyorsunuz! Sakın ola, nahif kelimesini, ‘basit’ olarak kullandığımı düşünmeyin; nahif öyküler derken, kastettiğim, süslü püslü cümlelerden kaçılmış, konu çelişkilerinden yoksun, okuru düşünsel jimnastik yaptıran hayata dair, sade öyküler kotarmışsınız… Gayenizi doğru çözümleyebildim mi bir bakıma?
Behçet Çelik: Nahif hikâyeler yazayım diye bir kaygıyla oturmadım masaya. Ama edebiyatı gündelik dildeki “edebiyat yapmak” sözündeki aşağılamadan kurtarmak için yalın bir anlatım içerisinde başka bir tür, belki zorlarsak minimalist denebilecek, ya da minimalizme yakın duran bir “edebiyat yapma”ya çalıştığımı söyleyebilirim. Ne ölçüde başardım, bu başkalarının takdir edebilecekleri bir şey. Dilimizin en büyük öykücülerinden Memduh Şevket Esendal, tersinden göstererek ifade eder bunu. Süsleyip püsleyemediği için marifetsiz bir yazar olduğunu, bu nedenle söyleyeceklerini dikine söylediğini belirtir. Oysa asıl marifet Esendal’ın yaptığındadır. Bir şeyleri alabildiğine dikine söylerken, söylenmeyenlerle bir hikâye kurmak. Okuyanı bu biçimde yeni bir evrene, yeni bir insana, yeni bir ahlaka çekmek... Edebiyatın büyülü yanı bu değil midir?
Bakın aklıma ne geliverdi hemen; “birader” sözcüğünün ikili ilişkide nirengi noktasında yer aldığını vurgulayışınıza tekabül eden, “Kedi Bakıcısı” adlı hikâyeniz…
Behçet Çelik: Gündelik konuşmalarda da, bir şey söylerken bir yandan da başka şeyler söylüyoruz. Dilimiz sürçüyor bazen, o tekil bir sürçmede aklımızın dibi görünüveriyor. Belki farkında olmadan açık ediveriyoruz sakladığımız şeyleri. Dikine bir şey söylerken, enine bambaşka şey söylüyoruz.
Kısa hikâyeler genellikle; arka kapaktaki bilgiyi sona bırakırım büyüyü bozmamak adına. Hikâyeleri okurken, Vüs’at O. Bener hikâyeleri canlanır olmuştu; bakıyorum arka kapak bilgisine; düşünsel akrabalıktan söz açılmıştır…
Behçet Çelik: Düşünsel değil de, edebi bir akrabalık kitabın arka kapağında editörün ifade etmeye çalıştığı. Akrabalar, bilirsiniz, birbirlerinin tıpkısı değildir, ama bir şeyler benzer; bir eda, bir jest, bir duruş... Vüs’at O. Bener hakkında iki ayrı yazı yazmıştım son birkaç yıl içerisinde. Bu yazıları yazarken, daha önce çarptığından daha çok çarptı beni Bener’in öyküleri. Özellikle onun kendine dönük kıyıcılığı. İçerisinde hiçbir şey olmuyormuş izlenimi uyandıran öykülerin derinlerinde sezdirdikleri.
Hikâyeleriniz de bakıyorum, edebiyatla uğraşan karakterler ağırlıkta, bir şekilde ya yazıyorlar, ya okuyorlar…
Behçet Çelik: Elimdeki hikâyeler birikip de bir kitap hacmine geldiğinde hepsini yeni baştan okuduğumda fark ettim ben de bunu. Biraz da ürktüm açıkçası. Popüler bir eğilim günümüzde, yazan insanların hikâyelerini anlatmak. Onların yaratma sancıları falan. Şu pek de anlamlı gelmez bana: Kimse bir insanı yazmaya zorlamazken (yazmamaya zorlayan o kadar çok şey var üstelik) yazmanın zorluklarından, sancılarından söz etmek. Neyse ki, Gün Ortasında Arzu’nun söz ettiğiniz hikâye kişileri bir zamanlar yazmış, çizmiş insanlar. Hikâyelerin geçtiği zaman diliminde edebiyattan ellerini ayaklarını çekmiş durumdalar. Edebiyatı vazgeçilmez bir şey olarak görmüyorum. İnsanlar kolayca edebiyatı bırakabilirler, bırakıyorlar da... Edebiyatı bırakabilmiş olanlara bir selam gibi görünüyor bu hikâyeler bana. Onların edebiyatı nasıl ve neden bıraktıklarını göstermekten çok, edebiyatla ilişkilerini sonlandırdıktan sonraki hallerine bir bakma çabası belki de...
Umut ne anlam eder sizin için? Şunun için soruyorum; denir ki “Gün Ortasında Arzu”da, “umudunu da kaybedince başlıyor dünya.”
Behçet Çelik: Umut etmek bir beklenti yaratır insanda. Bazen bütün beklentilerden kurtulmak insanı daha özgür kılar gibi görünüyor bana. Beklentilerden sıyrılabilsek pek mümkün görünmüyor bu bana daha çıplak kalırız, bu çıplaklık yeni bir başlangıç için bir şeyleri umut etmekten daha önemlidir. Beklentilerimiz çok şeyi belirliyor. Kendimiz sandığımız kişi beklentileriyle var olan biri. Kabul edip sürdürdüğümüz kendi hikâyemizin esaslı bir bölümü de beklentilerden oluşuyor. Kendimizle yüzleşebilmek için kurtulmamız gerekenlerden biri de umutlarımız belki de... En azından o hikâyenin kişisi böyle düşünüyor.
Direnmenin son noktası da yaşanmış ve boşvermişlik sarmıştır etrafı; doğal bir sonuç mudur yoksa? Oynanan oyunlar ne kadar etkendir, yeryüzünün üstünde; altında olanların görülmediği?..
Behçet Çelik: Kaptırdığımız, olağanlaştırdığımız, doğal, başka türlüsü olmaz gibi hissettiğimiz hayatlarımıza, azıcık dışarıdan bakmayı başarabilsek, ne saçmalıkları zorunluluk gibi algıladığımızı görürüz. Toplumsal hayatın dayatmalarını içselleştirdiğimiz için onları zorunluluk olarak kabul ediyoruz. Birbirimize baktığımızda, yanımızdakini, ötemizdekini bunları kabul etmiş görünce, biz de onlar gibi hissetmeye, var olanları mutlak, değişmez kabul etmeye başlıyoruz. Oysa onlar da bize bakıp bizi olup bitenleri kabul etmiş gibi gördükleri için oynanan oyunu sürdürüyorlar. Bir de, bunların hepsini reddetmiş görüntüsü verenler var. Bu görüntü içerisinde dikkatlice baktığımızda onların da görüntüde reddettiklerini sezeriz. Onların reddedişleri de bir başka tür kabuldür belki de. Gerçekten de oynanan oyunları bozanlar, direnenler yok mu? Elbette var, sözüm, daha doğrusu hikâye kişisinin sözü görüntüdekilere. Aydınlanma anları önemli görünür bana hikâyelerde. Bu hikâyenin anlatıcısı da, böyle bir aydınlanma anında, toplumsal hayatın dışından bir yerlerden bakma şansını elde edebildiği için başkalarının göremediği şeyleri gördüğü sanısına kapılıyor. Sanısı diyorum, çünkü hikâyenin devamını bilemiyoruz. Oyuna yeniden katıldı mı, katılmadı mı, benim için de meçhul bu.
“Oynak hava ağır aksak akar,” diye biter andığımız öykü. Yani her şeye rağmen, tözünde galibiyet onundur, hayatındır… Varoluşunu devam ettirir…
Behçet Çelik: Devam ettirir ettirmesine de, önemli olan o aksamayı sezip sezememek belki de. Büyü tam bozulmamışsa da, eskisi kadar büyülemeyecektir aksamayı sezebilenlere. Oyun biraz da değişik oynanacaktır.
Bellekle hesaplaşmaya gidilir kimi zaman da hikâyelerinizde. Ya da şöyle diyelim: belleğin/hafızanın ihanetidir; ortaya çıkarıverir bir anda… Tabii bir bildiği vardır…
Behçet Çelik: Hikâye kişilerinin bir hesaplaşmaları var, haklısınız, ama bellekleriyle değil. Kendilerine dönmüş, kendileriyle hesaplaşmaktalar. Bellekleri onlara duru bir görü sağlıyor belki de. Anımsadıklarını bastırmaktansa, onlarla karşı karşıya gelmeye cesaret bulmuşlar. Kendilerinin dışarıda gördüklerinden pek de farkları olmadığının ayırdındalar, ama bakabilecekleri bir iç olarak sadece kendi iç dünyaları var. Bellekleri buna imkân tanıyan bir keskinlikte; tabii kimin, neresinin kanayacağı bu keskin aygıtla bellidir.
Bir de; hayata dair ironik duruş söz konusu; ne dersiniz?
Behçet Çelik: İroni, hikâye kişileri için bir sığınak, sürekli kendileriyle didişirken ortamı yumuşatma çabası, ama ne var ki, ironi umulanın tersi bir amaca da hizmet edebilir. Ortam yumuşayınca daha derin bir hesaplaşma doğabilir. İroni, insanın başkalarına ve kendisine bakarken bakış açısında bir kırılma yaratır, ama kırık bir aynadan da kendimizi görmeyi sürdürürüz, üstelik daha önce görmediğimiz bir açıdan.
Kitabınızın sonundaki “Alıntılar ve Göndermeler”den yola çıkarak denebilir ki, Behçet Çelik hikâyeciliğinin mayasında, hep şiirsel bir altyapı söz konusudur, çoğu kez onun hikâyeciliği düz yazı ve şiirin birleşiminden oluşur, katılır mısınız?
Behçet Çelik: Pek katılamayacağım doğrusu. Hikâye kişilerinin edebiyatla bağlarının zaman içerisinde gevşediğinden konuşmuştuk. Belleklerinin keskinleşmekte olduğundan da. Hikâyelerdeki alıntılar hikâye kişilerinin belleklerinde kalmış dizeler daha çok. Edebiyattan tamamen vazgeçsek bile, kimi şiirler belleklerimizden hiçbir zaman çıkmayabilir. Ya da keşke çıkmasa.

Hürriyet Gösteri'de yayınlanmıştır.

Comments

Comments are closed on this post.