Sıradan Hayatların Usta Anlatıcısı - A. Esra Yalazan

Tuesday, October 25, 2011 7:33:00 PM

Kristal vazoya itinayla yerleştirdiğim güllerin değişimini bir ayine eşlik eder gibi izliyorum günlerdir. Kanatları kınaya batmış bir kelebek misali
parlayan yaprakları büsbütün kurudu. Oysa henüz açılmamış minik tomurcukların döngüsünü ağırdan tamamlayabilmesi için her gün sularını değiştirip, saplarını kesiyordum. Ama olmadı işte; o güller yüzünü bana göstermedi. Bazen çok arzuladıklarımızı da böyle kavuşamadan kaybederiz. Hiç gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz bir hayalin, hata olduğunu en başından beri ürpertiyle hissettiğiniz bir ‘maceranın’ peşinden koşar dururuz. Umut ederek yaşamaya devam etmek ruhu sağaltır, diri tutar çünkü ama aynı zamanda insanı tahayyül bile edemeyeceği uçurumlara da sürükleyebilir.

Kendine karşı dürüst olduğunu sananlar, “Onu –o her neyse– çok istediğim halde, buna cesaret edememek utandırırdı beni” diye avutabilir kendini ama gerçekte bu mücadelenin ne kadar süreceğini bilemez. Bir gün, bir ay, yirmi yıl ya da koca bir ömür. İnsanın kendi iradesiyle sevmeye, arzulamaya karar verip, tercihlerinden istediği vakit vazgeçememesi en ıstırap verici çelişkilerinden birisi. O sıkışmışlık hissinden kurtulmak için fazla kıpırdamadan geleceği tersine çevirmek, hükmedemediğimiz kaderimizi değiştirmek
isteriz. Yapamayınca, ışık kırılmalarıyla denizin dibinde farklı görünen yosunlara, balıklara, taşlara bakar gibi seyrederiz başımıza gelenleri.
Çok çekici ve aynı zamanda çok acıtan bir yanılsama bu. ‘Şimdiki an’ bilincini yitirip kalabalığın uğultusunda kaybolmak... Kâbuslarda dili tutulanlar gibi hayatın içinde yalnızlaşmak... Susmak, sessizlikle çoğalmak, konuşarak eksilmek, ürkek bakışları dünyanın gözlerinden biteviye kaçırmak...

Çıkarılamayan bir kıymık gibi...

Bir eylem olarak yazmak, onca gösterişli tariften evvel bu korkunç savrulmaları teselli edebilen bir ‘kurtuluş’ ihtimali. Hayal kırıklığını,
pişmanlıkları, bir türlü olamamışlığımızı, suçluluğumuzu, hissiyatla çürüyen dil arasındaki soğuk mesafeyi kelimelerin kudretiyle aşabilme çabası belki de bazılarımızı kurtaran. Dilimizin sınırları, tasavvur ettiğimiz hayatın sınırlarını da belirliyor. İnsanın kendini yaratma dürtüsünü anlatan Randall, “’Ruh yaratma vadisinde’ yaşamadığımız tek bir an yoktur, çünkü ruhlarımızı sürekli yeniden hikâyeleştiririz” diyordu. Hikâye de, hayat da durağan kalmıyor. Denize akan ırmaklar gibi genişleyerek çoğalıyor. Her an istemeden biriktiriyoruz. Anlam ifade etmeyen sesleri, zihnimizi parçalayan görüntüleri, hayatın acımasızlığına tercüme edemediğimiz kelimeleri, yürekle aklın savaşından yorulan duyguları... Biraz da onların üst üste yığıldığı anlam katmanlarından doğuyor edebiyat.

Hikâye edilen ‘ânın’ dışına çıkıp samimiyetle içerde durabilmek bir yazar için pek kolay değildir; neyse ki yaşadıklarını yeniden hikâyeleştirme ve hayata yazarak tahammül edebilme eşikleri oldukça yüksek. Yoksa bu iki dünya arasındaki ‘boşluğa’ nasıl dayanırlardı? Bazen hayatla hikâyenin kesişme noktasında garip meraklara düşüyorum. Kişiliğimizi şekillendiren, kendimizi, hayallerimizi, acılarımızı, umutlarımızı, yenilgimizi hikâye etme biçimimiz mi acaba?

Beni bu düşünceler nehrinde kendime doğru sürükleyen Behçet Çelik’in birkaç gün evvel ‘Haldun Taner’ öykü ödülü alan hikâye kitabı Diken Ucu oldu. Kitaba ismini veren hikâye, vaktiyle yakın hisseden iki insanın tükenişini kahramanın dingin ve ironik iç sesiyle anlatıyor: “İnsan yirmi yıl bir başkasını diken ucu gibi taşır mı içinde? Görmese, aramasa bile... Gençlik deyip, geçemez miydim? Geçebilseydim, şimdi neşeyle bunlardan konuşabilirdik. Tam içki mezesi olacak hatıralar. Ağlamayız da nasılsa artık. Kıkır kıkır güleriz; unuttuğumuz ya da hiç öğrenmediğimiz ayrıntıların üzerinden geçer, ‘Biz neymişiz’ deriz. Kaç kez yeniden aynı kurulan üçgenin her seferinde ki iki kenarın birbirine sarılıp ağlamasıyla çökmesinin ardındaki gizli anlamları ararız... Bir daha kavga bile etmeyecek olmanın ağırlığıydı elimden tutan. O öyküyü okuduktan sonra bir cesaret geldi, arayıverdim. Hatırlayabilirim sanmıştım. Hatırladım hatırlamasına, ama rahatlamadım. İçimdeki diken ucu yol buldu kendine. Çekip çıkarılamaz bir kıymık etimde.”

Pazar neşesizliğine çare arayanlar...

Behçet Çelik’in yazı sesinde ‘dikenlerle’ yaşayanların huzursuzluğuna rağmen dinlemeyi bilen bir dostun yumuşak tınılarını da işitiyorum. Puslu atmosferi, konuşmalar arasındaki sessiz boşluklar, durup gelip geçene bakmalar, karanlık sokaklarda sayıklamalar, kahramanların zihinlerine, kalplerine mıh gibi çakılan sıkıntılar o kadar sahici ki, kendinizi ansızın onun tekinsiz hikâyesinde serserilik ederken buluyorsunuz. Pazar günü vapurlara binen işsiz güçsüzlerin veya ne yapacağını bilmemiş olanların pazar neşesizliğine neşe değil de çare araması sizi onlardan biri kılıyor hemen. O anda siz de bir günlük tatillerdeki acıklı yanı görüp sırtınızı yolculara, yüzünüzü ‘avutucu denize’ dönüyorsunuz vapurda. “Hiçbir şey olmamış gibi davranmayı başardım” cümlesiyle başlayan hikâyedeki adamın başına ‘neden şimdi’ diye sormasını gerektiren bir
şey geldiğini anlıyorsunuz ama yazar bunu açıkça göstermiyor.

Kendisinin de söylediği gibi, öykülerdeki boşlukları okuyanın kendi tecrübeleriyle doldurmasını tercih ediyor. Hikâyeler kadar çarpıcı bir başka
cümleye daha rastladım o söyleşide. Kahramanların mutsuzluğunu soran gazeteciye “Onlar sahte bir benlikle mutlu olunamayacağını yaşayarak öğrendikleri için bu mutsuzluğu göze almışlar. Sahte bir benliğin çevresine ışık saçabileceğini sanmıyorum; belki kendisine olanlara pırıltılı görünebilir ama bu ışık sahteliklerin yarattığı gölgeleri yok edecek bir ışık olamaz” demiş. Behçet Çelik’in hikâyelerini okurken sıradan gibi görünen hikâyelerin içindeki büyük çalkantıları görebiliyorsunuz. O suskun gibi görünüp çok şey anlatan dili, gücünü daha ziyade bu sezdirme kabiliyetinden alıyor. Kendine acımamak için kara gözlük takan bir adamdan , ‘taş avluların serininde uyuklayan yaşlılar’ gibi unutulmayan bir resimden, eski yazlardan kalan buğuların arkasından dünyaya bakmak isteyen bir iç sıkıntısından bahsederken, anlattıklarını belirsizlikle kuşatması tesadüf değil. Bu seçilmiş anlatım, okuyanı mütevazı, sade diliyle kendi içine doğru bir yolculuğa davet ediyor.

Çıtırdayan ıssızlık...

Kitabın başında Edip Cansever’den yaptığı alıntının içimizde bizden bağımsız yaşayan ‘diken uçlarının’ acıttığı yerde bir karşılığı var elbet: “Yeryüzü anlatıldı, dinledik/ Karışık olduk bir süre. Gözlerimizi/ Sallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktık.../ Neredeyse bütün hikâyelerinde hissedilen o buruk teslimiyet kendisini sorgulayan, didişen asi bir tavırla buluştuğunda, okuru umutsuzluğun girdabından da kurtarıyor belki ama bir çözüm de önermiyor. Issızlık çıtırdıyor anlatıcının düşüncelerinde. Ailesinin beklentilerine karşılık veremediği için mayasının tutmadığına’ inanan bir adam, zamanın hiç geçmediğini söylüyor usulca: “Umutlu muydum –öyle olmalı– yaşım yirmi bile değildi– neler bekliyordum? Aynı gecenin sabahı mıydı, emin değilim, yağmur dinmiş, bulutlar dağılmıştı gün ağarırken; gene pencereden dışarı bakmıştım. Bilmediğim bir şey, henüz tanımadığım insanlar beni bekliyorlardı. İnsanın beklentileri olmasından daha müthiş bir şeydi beklendiğini bilmek
–sanmak.”

‘Bu dünyanın orta yerinde kalmışlığın’ hüznüyle birbirine sürtünen hikâyeleri arka arkaya okurken, davranışlarımızın ve her gün tükürüp attığımız kelimelerin gerisindeki sızıların çok derinlerde saklandığını düşündüm. Gündelik konuşmalarla hikâyelerin gizli hakikati arasında loş bir alanda durup bekliyorlar sanki. Gerçek insanlardan ziyade kurmaca karakterler mi bizi hayata bağlıyor acaba? O karakterlerin gölgesinde, yazarken kim olduğunu her seferinde yeniden keşfeden hikâyeciler gibi sürprizli yolculuklara çıkıyoruz.
Maupassant, “Her birimiz, tabiatımıza göre şiirsel, duygusal, neşeli, melankolik, çirkin ya da kasvetli bir dünya yanılsaması yaratırız” diyor. İşte iyi hikâyeler okumak bence tam da bu işe yarıyor. Sesler o kadar tanıdık ki, birini okuduğunuzda diğerlerine hâkim olan ruhu da kavramış oluyorsunuz.

Anlatamamanın cazibesi...

Kitabın son hikâyesinde, yazar ‘hikâyenin’ tür olarak kendi hayatındaki karşılığını da işaret ediyor. Nehir romanlar yazmak isteyen bir erkekle, ressam olmak isteyen bir kızın yıllar içinde sanata dair değişen düşüncelerine şahitlik ediyoruz. Çok bildiğini sanan insanın altındaki zeminin nasıl kaydığını da anlatan ‘Kuantum Hikâye’nin kahramanı sonunda, “Hikâye yazıyorum, bütün sanatların kökeninde hikâye anlatmak olduğunu anladım. Hiçbir şey iyi anlatılmış bir hikâye kadar gerçek değil” diyor.

Bence de, ama nedense beni hikâyenin daha utangaç bir ânı etkiliyor. Yazmaya dair umudunu yitirmiş erkek, kızla yaptığı hararetli tartışmalardan birini hatırlıyor yıllar sonra: “Ben anlayamayacaktım o anlatamayacaktı. Anlayamayacak olmam benim kabahatim, kusurum değildi; beni aşağılamıyor ya da ayıplamıyordu, aksine beni kendine çekiyor, saçlarımı okşuyor, anlama çabamı takdir ediyordu, ama bir yandan da, ‘ikimiz de biliyoruz, anlayamayacaksın, bunu önemsemeyelim’ diyordu. Daha sonraları anlayamadığım bir şeylerle karşılaştığımda onun o
bakışını aradım karşımdakilerde –özellikle kadınlarda. Kadınların dallanıp budaklandırarak anlattıkları şeyleri anlamaya uğraşıp beceremediğim zamanlarda o bakış geldi, aklıma, onlara sarılmak istedim. Şehevi değil, sevecenlikle”.

Behçet’in açılırken kapanan –ya da tersi– hikâyeleriyle geçmişime sürüklenirken zamansız, sınırsız bir coğrafyada dolaştım. Arada soluklanıp
hatıralar dükkânımdan geçip gidenlere baktım. İçime gömdüğüm hikâyelere dair kısacık anları toprağın altından çekip çıkardım. Hatalarımı, pişmanlıklarımın, sessizliğimin, gevezeliğimin neden olduğu derin oyukları gördüm onlarda. Sonra Edip Cansever yanıma gelip bana da mısralarını fısıldadı sanki: Şiirler yazdım, kitaplar okudum/ Elime bir bardak aldım onu yeniden oydum/ Derinlerde kaldım böyle bir zaman/ Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan/ Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları/ Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum/.

Comments

Comments are closed on this post.