MEKTUP: Sayın Behçet Çelik - Ömer Durukan

Tuesday, November 2, 2010 4:07:00 PM

Merhaba. Biliyorum, insan, özellikle tanışmadığı birine mektup yazarken daha özenli olmalı, böyle akıtan bir tükenmezkalemle yazmamalı. Lütfen, kusura bakmayın. Büfede bir tek bunlardan vardı. Geri gidip birkaç tane aldım, içlerinden biri düzgün çıkar belki diye ama... Denedim, hepsi akıtıyor. Yuvarlak harflerin içi doluyor. Bu harfleri inceli kalınlı, mürekkep lekeli mektubu umarım okuyabilirsiniz. Kafamın içinde ne kadar konuşsam da, bir türlü yetmedi Behçet Bey... İlla birine anlatmak istedim bu kez... Bu gerginliği başka türlü geçiremeyeceğim, önümde uzanan zamanı da. Kitabınızla bana yarenlik etttiğinizden yanımda da bir tek siz varsınız; çaresiz, size anlatacağım. Dünden beri bu bekleme salonuna tıkılıp kaldım adeta... Geceyi koltuğu arkaya yatırdım, arabada geçirdim. Uyku tutmayınca, torpido gözünde kalmış kitabınızı okudum: Gün Ortasında Arzu. Daha kitapçıda gördüğümde, adıyla ilgimi çekmişti... Benim gibi kendini kendinden bile saklayarak yaşayanlar için yazılmış bir kitap olduğunu hissetmiştim. Haklıymışım. Tam bana göre bir kitapmış. Yanılmamışım. (Evet, bununla biraz övündüğüm doğru. Kendiyle övünme fırsatı pek bulamayanlardanım. Bunu anlayabileceğinizi düşünüyorum.) Patronu beklerken aralarda okumuştum öykülerinizi. Torpidoda kalmış kitap. İyi ki de kalmış. Ne yapardım yoksa burda böyle tek başına... Gelen yolcuları karantinaya aldılar daha havaalanında. Özlem Hanım da aralarında. Patronun kızı. Meşgul adam; benim karşılamamı istedi. Bazen okuldan almaya da beni gönderirdi. Ta onu tanıdığımdan beri -kaç yıl oldu, iki mi, üç mü- bazen gün ortasında onunla sohbet ederdim kafamın içinde; gördüğüm, düşündüğüm şeyleri anlatırdım ona, sanki karşımdaymış gibi. Yanında asla cesaret edemediğim bir şey, öyle arkadaşıymışım gibi konuşmak, haddime mi düşmüş. Ama hatırnaz kızdır Özlem Hanım; deli doludur, anasına babasına diktir biraz. Kardeşlerine de benzemez, ne bileyim, burnu havalarda değildir mesela, benimle sohbet eder, okulunu arkadaşlarını anlatır bazen; en çok sıkılır. Neden sıkıldığını bulamayacak kadar sıkılıyormuş. Öyle der. Ben de, diyemem ben. "Yaz Bitti Diyorlar"daki adam "Hatırlıyorum bunları, hayal de denebilir, aynı kapıya çıkıyor. Zamanın hızı eşitliyor ikisini. Hatırladıkça bileniyor hafıza" diyor ya, aynı öyle; ben de garajdaki arabaları temizlerken Özlem Hanım'ı sizin adam gibi hatırlar mıyım, hayal mi ederim -karışık iş-, konuşur dururum onunla. Yaz gecelerinde bahçede otururken geçmek bilmeyen saatlerde ya da arkadaşlara takılmışsam, birahanede onları dinlerken. Yazmışsınız ya: "Beni koltuğunda oturur gördüklerinde kımıldamadan durabilme yeteneği sanıp saygıyla önümde eğilen arkadaşlarım yanılıyorlar. Oysa durmuyorum, sürekli hatırlıyorum ayrıntıları değil, sesleri, kokuları, içimden geçenleri, içinden geçtiklerimi. Zamanda yolculuğu keşfettim edeceğim; az kaldı. Az daha bilensin hafıza." Hakikaten tıpkı olmadığınız bir zamana gitmek gibi Özlem'i düşünmek/düşlemek, konuşmak/konuşamamak.
Özlem Hanım, bu yaz bizim şirkette işe başlayacak, bu yüzden tatil için Uzakdoğu'ya gitti. Bir ayı geçti gideli ama şimdi de bir virüs başgöstermiş, Manila'dan gelenleri karantinaya aldılar; bekliyorum. Patron da telaşlandı; burdaki bir memur, uluslararası tur şirketleri arasındaki çekişmeden çıkan bir dedikodudur diye güvence verdi. Bilmiyorum artık. Dolanıyorum buralarda... Sanki benim gibi yakınlarını bekleyen onca insan yok çevremde, bir başıma gibiyim Özlem'i beklerken. Ne zamandır, gittiğinden beri mi, kafamın içinde 'Hanım' diye seslenmiyorum ona; nasıl oldu da, Özlem Hanım, Özlem'e evrildi kafamın içinde, siz derken, sen demeye başladım! Onun bana Ömer diye seslenmesi sık sık kulağımda çınladığı için olabilir mi, kafamın içindeki bu mesafesizlik?.. Behçet Bey, ne tuhaf bir iş bu bekleyiş... Beklerken insan, insan olmaktan çıkıyor sanki, beklediği kişi oluyor. Bir de ya onun şoförü olursam, ya 'beni Ömer getirip götürsün' derse, ya babası kabul ederse... Öykünüzdeki adam "Bu ihtimali düşününce güneş vuruyor koluma" diyor ya, benim de içimde ılık rüzgârlar dolaşıyor hayalini kurduğum bu ihtimalle... Bir yandan da her gün her gün bu bekleyiş, aynı yürek telaşı... Heyecanlı bir oyalanmadır belki bu da... Sizin adamın dediği gibi belki: "Oyalanacak bir şey aradığım yok. Yaptıklarımın hepsi oyalanmak. (...) Araya zaman girince, eski oyalanmalar, sıkılıp durmalar bile tatlı geliyor insana. (...) Ama uzun sürmez bu tat. Hatırlayamadığım bir rüyaya yeniden dalmaya çalışırken dışardaki seslerin belirginleşip belirsiz hayallerin iyice silikleşmesi gibi, bu tat da kaçar, sonra onu da özlemeye başlarım." Daha ben doğmadan çekilmiş bir filmin içinde oyalanıyorum sanki, değil mi... Özlem, Belgin Doruk, ben ince bıyıklı Ayhan Işık olmuşum, ona arabanın kapısını açıyorum... Küçük Hanımefendinin Şoförü. Komik belki. Alamıyorum kendimi, hayalin içinde gidiyorum... Birbirimizin yüzüne bakmıyoruz. Ben yerime geçiyorum, siyah beyaz akan Boğaz'ın kıyısında uzanan siyah beyaz bir Boğaz yolunda sürüyorum arabayı, dikiz aynasından kaçamak bakışlarla süzüyoruz birbirimizi... Sonra film renkleniyor ve ben direksiyonu Boğaz'a doğru kırıyorum. Daha araba sulara gömülmeden önce kendi kapımı açıp çıkıyorum arabadan, sonra Özlem'in kapısını açıyorum ona elimi uzatıp çıkmasına yardım ediyorum yine havada. Siyah beyaz araba sulara gömülüyor; biz renkli renkli uçarak renkli kıyıya konuyoruz. Özlem, yüzüme bile bakmıyor, polis çağırın diye bağırıyor çevremize toplanmaya başlayanlara, beni öldürecekti bu katil suratlı diye tepiniyor. Siyah beyaz, takım elbiseli bir Önder Somer çıkıyor kalabalığın arasından, ceketini çıkarıp Özlem'in omuzlarına koyuyor; Özlem yine siyah beyaz bir Küçük Hanımefendi oluyor, başını Önder Somer'in omuzuna yaslıyor, Önder Somer kolunu Özlem'in omuzuna sarıyor, öyle uzaklaşıyorlar.... Ben renkli renkli kalıyorum, renkleri birbirine karışmış kalabalığın arasında. Sizin adamınız kadar gerçekçi olamıyorum gördüğünüz gibi, o akşamın gelmesini, yemeğe çıkacağı kızı beklerken hiç olmazsa, olabilir hayaller kuruyor: "Bu gevşek halin onun yanına varana kadar süreceğini, onu gördüğümde gevşemiş bütün hücrelerimin katılaşacağını biliyorum. Oturuşuma, duruşuma, sesime, ses tonuma, çatalı, bardağı tutuşuma, sözlerime, anlatacaklarıma, dilimin dolanmasına, garsonla göz göze gelmeye çalışan gözlerime, boynuna, kulağına, göğsüne, parmaklarına takılacak bakışlarıma, onun anlattıklarını kaçırmamak için dikilecek kulaklarıma, yudumladığım şarabın buruklaştıracağı dilime, gırtlağıma, yanmaya başlayacak mideme, daha aşağılara sinecek, bulaşacak bu katılık. Bende kalmayacak, bedenimden taşacak, ucu koparılmış ekmek dilimlerine, tabaklarımızdaki peynire, giderek yükselen, konuşmayı da duymayı da güçleştiren, ama birbirimizi işitebilmek için sokulmamıza izin verecek müziğe, öbür masalardan taşan kahkahalara uzanacak. Kaskatı bir şey olacak masadaki sessizlik. Bozmalı mı bozmamalı mı bu sessizliği diye düşünürken şarap yetişecek imdadıma. Aynı sırayla yeniden gevşemeye başlayacak bütün kainat, eriyecek. Ter olacak boyunlarımızda, saç diplerimizde. Saçlarını toplayacak elleriyle, bir iki saniye sonra geri bırakacak aklım gidecek" diyor mesela. Tedirgin biri. Ama bazı insanlar böyledir, bütün sesleri ancak sessizlikte çoğaltabilenler tedirgindirler. Hayat bir biçimde reddetmiştir sanki böylelerini, öyle hissederler. Ben yani. Geçmişsiz ve geleceksiz bir hayatın kaygısı belki bu; hayallerle anımsama arasında giden gelen bir hayatın kök tutmazlığı. Ama yine de şu an Özlem Hanım'ı beklemek iyi geliyor sanki bana. Özlem Hanım, kalsın en iyisi... Özlem olmasın benim için. Böylesi daha iyi. Ne siyah beyaz, ne de renkli bir alan bu Özlem Hanım bölgesi. Gri bir alan. Hayallere daha elverişli. Hani "kalbin atışı, kainatın genişlemesi" diye yazmışsınız ya, öyle sanki: Özlem Hanım'ı bekleyince kalbim atttığını duyuyorum, kainat genişliyor. Yaz bitmiyor ya da her mevsim yaz oluyor.

Radikal Kitap, 13.04.2007

Comments

Comments are closed on this post.