İlk Romanla Atılan Çığlık - Sadık Aslankara

Thursday, December 2, 2010 2:52:00 PM

ROMAN EVRENİYLE SES VERMEK…
Son aylar içinde okuduğum ilk romanlar neler oldu? Saba Kırer’den Jako (Everest, 2008), Eylül Eraslan’dan Küllerim Savrulurken Geçmişe… (Marka, 2006), Behçet Çelik’ten Dünyanın Uğultusu (Kanat, 2009), Şakir Doğan’dan Yaratıcım ve Ben ( Kora, 2006)…
Bu kadar değil elbette okuduklarım, nitekim aralıklarla üzerinde duruyorum ilk romanların. Demek istiyorum ki, öteki ilk romanlara da gelecektir sıra…
Yazınsal deneyimleri, geçmişleri ne olursa olsun türe değgin ilk verimlerinde yine de “çiçeği burnunda” birer heyecanlı yazar konumunda bu adların tümü de, yürekleri tıpırtı içinde. Gerçekten de sözgelimi bunlardan özellikle Behçet Çelik, öykü alanındaki süreğen, direngen verimleyişiyle dikkati çeken bir yazarımız... Onun kimi öyküleri üzerine geçmişte bir çalım durmuştum “Kitaplar Adası”ında, yakınlarda tüm öyküleri üzerinde bir yazı kaleme almayı tasarlıyorum bu arada. Böyle düşünürken ben, Behçet Çelik, apansız bir ilk romanla çıkageldi: Dünyanın Uğultusu.
Bir yazarın öykücülükte kendini bileyerek yazınsal verimini sürdürmesi başkadır. Bunu en iyi öykücüler bilir diyeceğim, öteki türlerin verilmeyicileri bağışlarsa beni… Bu yargımda kendi deneyimlerimin payı büyük kuşkusuz… Bunun da verdiği cesaretle, öykücülerle denemecilerin kaleme aldığı ilk kitapların öteki yazarların ilk kitaplarına oranla dilsel açıdan açık farkla doygunluk, tamlık yansıttığını söyleyebilirim. Ancak öykücüler dille, sözcüklerle, tümcelerle oynar, bu anlamda seçicilik yansıtırken roman oylumuna yayılan çalışma içinde öykü konusundaki sabrı, disiplini yansıtamayabiliyor zaman zaman. Böylesi zayıflık taşıyan bir tutumu hemen bütün öykücülerimizce verimlenen ilk romanlarda gözlediğimi öne sürmekten çekinmeyeceğim. Denemecilerimiz de dilde güzellikler sergiledikleri halde verimlerinde denemeciliklerinin yüzeye vurmasına engel olamıyor bir türlü.
Bu çerçevede Behçet Çelik de, beğenerek okuduğum değerli bir öykücümüz olduğu halde, yazarın bu ilk romanında öykülerinde rastlanmayan dilsel savrukluklarla karşılaşılabiliyor. Ama bu durum, Dünyanın Uğultusu’nun önemli bir roman olmasını engellemiyor yine de. Neden önemli Çelik’in romanı? Bir kez altı çizilerek belirtilmesi gerekiyor; pek çok yazarın boş verdiği, en hafif deyimiyle gönül indirmediği konuları kendine dert ettiği; ekonomik, toplumsal çalkantıları, bunun yansıması olarak yaşanan günümüzdeki ekonomik krizi, bunların zorunlu sonucu olarak işsizliği, sonuçta “dünyanın uğultusu”nu odağa aldığı için önem taşıyor bu roman ilk önce…
Sonra bütün bunları, gündelik yaşam içinde, olgusallık paydasında yansıtmaya çalışırken, alçakgönüllü bir örüntülemeyle olup biteni kavramlaştırmaya çabalıyor… Sormak gereği duyuyorum, okur olarak siz kaç romanda işsiz insanın psikolojisine inildiğine tanık oldunuz acaba, aşksız kalmış insanların kısılmışlıklarına, aile, arkadaş çevresi, toplum kıskacında gündelik çözüm arayışına, yine günübirlik yaşanılanlar açısından ayrıntıya inilip geniş yer açıldığına?...
Hadi diyelim bunlar, romanın dış çatısı, kurulan evreni bağlamında, işlevselliğine dönük yaklaşım içeriyor. Yapıtın güzelduyusal nitelikleri, kahramanlarının karakter bağlamındaki yapılandırılışı üzerine neler söylenebilir, gelin biraz da bunun üzerinde duralım öyleyse…
BİRİKTİRİLEN ROMANDAN ROMAN BİRİKİMİNE… Ahmet, yaşı kırka varmış, bir açıdan kırk yaş korkuları yaşamaya koyulmuş taşra kökenli biridir. Sevgilisinin bırakıp gidişi üzerine bir de işten çıkarılır. O güne dek neredeyse “kıpırtısız” sürdürdüğü yaşamı birden “kıpırtılanmaya” başlar. Behçet Çelik, kahramanını kendi bakışıyla yapılandırırken “elöyküsel” anlatımı yeğliyor. Ahmet’in rastlantıyla tanıştığı Aynur’u da kadının kendi bakışıyla, yani özöyküsel bakışımla, ama “elöyküsel” aktarımla anlatıyor. Ahmet, yaşamında eksilenlerle birlikte yenice başlayan kıpırtıyı birlikte değerlendirir; daha canlı, eylemli biçimde kendi yaşamına dönük hesaplaşmalara, sorgulamalara girer, bunlar üzerine düşünür. Ancak kendi yaşamına, bu yaşam içindeki oluntulara karşı çelişik duygular içindedir hep. Örneğin sevgilisinin bırakıp gidişini engellemek için hiçbir çaba göstermemiştir, ama yeni kuracağı ilişkiler içinde kadınlara karşı kendini sınamayı çok istiyordur. Ahmet’in Aynur’la Ayla’ya karşı tutumunda izleriz bunu. Çelik bir yazarın kahramanını yaratıp yapılandırırken en başta çelişkilerden yararlanması gerektiğini çok iyi biliyor. Böyle olunca romanın gerçektenlik duygusu alabildiğine yükseliyor elbette. Nitekim işsiz kalmak tekdüze yaşamını değiştirir Ahmet’in. Kıpırtısızlık da kıpırtıya dönüşür enikonu. Sözgelimi “işsizler ordusu”na katılmış olmakla birlikte “tuhaf” bir rahatlık da duymuştur bu durumundan. Ama cehennemtedirginliği de yaşar bu arada. Diyeceğim, bir yandan kendi doğrularını yaşamaya çabalar, öte yandan işsiz, aşksız kalışın derin tedirginliğini, korkusunu yaşar… “İşsiz insan n’apar? İşsiz insan n’apar?” (18) Salt bu yineleme bile bir adres oluşturabiliyor romanda kolayca. ( İşsiz kalınca politik oldum, diye düşünüp gülümsedi. Neydi? Hah, sınıf bilinci…” (19) Bu yöndeki korkuların, tedirginliklerin bir benzerini Ahmet’in ilgi duyduğu Aynur için de Ayla için de öne sürmek olası. Böylelikle yazar, roman kahramanları aracılığıyla bir “kamera göz” niteliğinde alıcısını gezindiriyor toplum içinde. Bütün bunlar dikkate alındığında Dünyanın Uğultusu, yaslandığı gerçekçi toplumsal ilişkiler ağı üzerinde yapılandırılan evreniyle, ancak romancılığın bir başka olmazı bağlamında gereksinilecek kurgusal bağlantıların göz ardı edilmediği yapıt olarak nitelenebilir. Kahramanları aracılığıyla dünyanın uğultusunu duyurabiliyorsa eğer bir roman, okurda yüksek gerçektenlik duygusu da bırakacaktır ister istemez.
Bütün bunların ardından, gereksiz pek çok yinelemeye hatta roman evreni içinde işlevsizce yer verilmiş onca kişi adına rastlansa da Behçet Çelik’in Dünyanın Uğultusu ile yazınımıza alçakgönüllü, güzel bir “ilk roman” sunduğu kabul edilmeli…

Cumhuriyet Kitap, 19.02.2009

Comments

Comments are closed on this post.