Hayatın Renginden Öykünün Kalbine Bir Yazar - Yusuf Çopur

Saturday, November 19, 2011 4:41:00 PM

İsmini "Okumayı Seviyoruz" projesi kapsamında bir sohbet esnasında Cemil Kavukçu’dan duymuş, onun tavsiyesiyle kitaplarını okumuş ve öğrencilerimle buluşturmuştum. Sanırım iki yıl önceydi. 1995 ile 2001 arasında yazdığı öykülerden oluşan Herkes Kadar, “Hayat nereye gideceğini biliyor, ben de onun peşindeyim...” cümlesiyle beni içine almıştı. Birçok öyküde üniversite yıllarını bitirmiş, iş hayatına yeni başlayan karakterlerin bu dönemde çektikleri sıkıntıları dile getirdiği bu kitap, tam bir dönemeç anını anlatıyordu... Geçmişin izleri, geleceğin belirsizliği resmediliyordu Behçet Çelik öykülerinde. Diğer kitap Düğün Birahanesi’nde ise genelde suskun olan Behçet Çelik kahramanlarını konuşurken buldum. Herkes Kadar’dan tanıdığımız bu insanlar hayata karşı olan sitemlerini dile getirmeye başlıyor, kendilerini suskunluklarıyla değil, yaşanmışlıklarıyla ifade ediyorlardı. Ve Selim İleri’nin ifadesiyle “harika bir roman” olan Dünyanın Uğultusu. İnsanın, insanların kendisi olamayışı üzerine yazılmış en güzel romanlardan. Akıp giden içsel yolculuk. Her durakta bir sorgulayış. Her durakta bir duraksayış. Gün Ortasında Arzu. Nalan Barbarosoğlu’nun da dediği gibi, kentli yaşam içinde biraz kaybolmuş orta yaşlı insanları anlatan bir eser. Kent, temeline insanı gömerek yeniden yaratılıyor. İşte bu gömülmüşlüğün öyküsüydü bu kitap. Ve Diken Ucu. Kahramanlar hep sakin, hep durgun. Zaman ve belki mekân da. Bir öğrencim söyleşi sonrasında “Hocam bu kitapta herkes susmuş, her şey durmuş ama sadece hayat yaşıyor ve konuşuyor” demişti Diken Ucu için. Önce anlamadım bu sözü; ama evet, Behçet Çelik kitaplarında “dünyanın uğultusu” yerini hayatın sesine bırakıyor, onun üzerine düşündürüyordu beni. Bunu Behçet Çelik’le paylaştığımda: Dünya dediğimiz şey hayattan farklı mı? Hayatlarımız bu dünyada, bu uğultunun altında sürüyor. Uğultu bir fon, en sessiz zamanlarda bile iç sesimiz eşlik ediyor uğultuya. İşittiğimiz uğultuda kendi payımız, kendi hayatlarımız yok mu, demişti.

Behçet Çelik. Suskunluk. İçleniş. Yaşamın kıyısı. Hayatın yüreği. İnsanın vicdanı. Behçet Çelik. Öykünün kalbi. Sizi daha fazla bekletmeden onunla öykücülük serüveni, ödülleri ve eserleri üzerine yaptığımız söyleşiyle baş başa bırakıyorum.

Gün Ortasında Arzu’yla Sait Faik Hikâye Armağanını, Diken Ucu’yla da Haldun Taner Öykü Ödülünü aldınız. Bu ödüller sizin için ne ifade ediyor?

Bu ödüller öncelikle Türkçenin iki büyük yazarının isimleriyle kitaplarımın birlikte anılması onurunu verdi bana. Bu gibi ödüller kitapların biraz daha görünürlük kazanmasını sağlıyor. Kitapların da artık bir ‘raf ömrü’ var ve çok uzun bir süre değil bu. Pek çok nitelikli kitabın raflara bile çıkamadığını, dağıtılamadığı, depolarda, açılmamış kolilerde kaldığı malum. Ödüller yazdıklarınızdan daha çok insanın haberdar olmasına bir vesile oluyor. Öte yandan güvendiğiniz bir seçici kurul tarafından kitabınızın ödüle değer bulunması, yazmak konusunda zaman zaman kapıldığınız nafilelik hissine, kısa bir süre için de olsa, ilaç olabiliyor.

Kitap yayınlatmak zor

Öykü, roman veya şiir yarışmalarının bu alanlarda yeni isimlerin keşfedilmesine katkı sağladığını düşünüyor musunuz?

Edebiyat ödüllerinin hepsi aynı işlevi görmüyor. Bazı ödüller uzun yıllar boyunca kitaplar yayınlamış yazarın ya da şairin onurlandırılması amacıyla düzenlenmiştir. Bazı ödüllerse nispeten daha genç yazarlara, onları bir anlamda teşvik etmek için verilir. Yeni isimlere açık ödüller doğası itibarıyla tam da dediğiniz işlevi görür. Kitap yayınlatmak günümüzde hiç kolay değil; yayıncılar yeni isimleri yayınlama riskini çok rahat alamıyorlar. Ödüller, kimi zaman yeni isimlerin yapıtlarının güvenilir bir heyetçe okunup beğenilmiş olduğunun bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. Bu anlamda o yazara, şaire önemli bir zorluğu aşma konusunda katkıda bulunuyor elbette.

80 sonrası Türk öykücülüğünde hem basılan kitap hem de yayınlanan dergi oranında büyük bir artış oldu. Özellikle 1980-2000 yılları arasındaki bu artış 2000’den sonra hız kesti. Öyküye olan ilgi romana yöneldi. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Kimin ilgisinin azaldığı sorusu da önemli. Evet, daha az öykü kitabı yayınlanıyor ama bu öykünün daha az yazılmasının mı yoksa yayıncıların öykü kitabı yayınlanmak konusunda daha çekinik davranmasının mı bir sonucu, bilemiyorum. Bu sene Haldun Taner Öykü Ödülü’ne 308 yapıtın katıldığı açıklandı. Hiç azımsanmayacak bir sayı bu. Dolayısıyla ilgisi azalan yazarlardan çok yayıncılar sanırım. Elbette onlar da önceki yıllarda bastıkları öykü kitaplarının satışına (bir anlamda okurun ilgisine) göre bunu belirliyorlar. Ama tek etmen bu değil. Küçük yayınevlerinin yaşama şansının giderek azaldığı bir piyasa söz konusu günümüzde. Bunu da gözetmek gerekir. Nitelikli kitaplar yayınlamak için risk alan yayıncılar çekildikçe öncelikli amacı kâr olan bir yayıncılar öne çıkıyor. Romana ilginin öyküden çok olduğu bir gerçek ama bu da sadece talebin bir sonucu mu emin değilim. Arzın da azımsanmayacak bir etkisi var bunda. Siz sürekli roman yayınlar, romanları öne çıkarırsanız romana ilgi artar elbette. Bir başka etmen de şu olabilir: Bir kısım okur bir kurmacanın dünyasına girdikten sonra uzun süre kalmak istiyor orada. Bu bir alışkanlık ve romana bu alışkanlıkta olanlara için daha uygun bir tür. Gündelik hayatlarımızdaki bölük pörçüklüğün öykü okumayı destekleyeceğini umardım. Ama galiba tersi eğilim daha güçlü. Belki de uzun bir metnin içerisinde günler geçirmeyi bu bölünmüşlüğe karşı geçici bir çare olarak görenler hiç az değil.

Eleştimen Semih Gümüş Öykünün Kedi Gözü kitabında okura ‘Seni öykü koruyabilir sıradan edebiyattan’ diyordu. Sizin için ‘sıradan’ veya has edebiyat nedir? Günümüz öykücülüğünü bu “sıradan”lığın neresinde görüyorsunuz?

‘Sıradan’ ve ‘has’ arasındaki sınırın çok belirgin ve kolay tanımlanabilir olduğunu düşünmüyorum. Benim kafamda şöyle bir ayrım var: Okuma edimini sadece yazılanları okuyup takip etmekle sınırlandıran yapıtlar ile okurun da katılımını isteyen, bir anlamda okurun etkinliğine, yaratıcılığa açık ve bunları kışkırtan yapıtlar. Bunlar arasında niteliksel bir ayrım var. Günümüz öykücülüğü tek tip değil, çok farklı öyküler yazılıyor. Yine de okuru edilgin konumda bırakmama eğiliminin farklı tarzlarda yazan öykücülerin çoğunun ortak kaygısı olduğu söylenebilir. Öykü okuru edebiyatla daha haşir neşir, edebi bir metinden farklı hazlar alan bir okur. Böyle bir okura öykü daha çok şey vaat ediyor.

Sizin için, edebiyatta öykü türünün diğer türlerden ayrılan en önemli yönü nedir?

Öykünün cazip yanı yoğunluğu benim için. Okundukça açılan katmanlı yapısı. Her zaman görünenin altında başka şeyler olduğunu hissettirişi, farklı okumalara açık oluşu. Neyin ne olduğuna ilişkin büyük sözler söylemeden büyük hikâyeyi bize sezdiren kritik anları anlatmakla yetinmesi.

Edebi sınır ihlalleri

İlk romanınızı, 2009 yılında yayımladınız. Dünyanın Uğultusu adını taşıyan bu roman, altı öykü ve bir derleme kitabının ardından ortaya çıktı. Sonra yine öyküyle devam ettiniz. Öykü ve roman yazarlığını/yazarı olmayı değerlendirir misiniz?

Dünyanın Uğultusu’nda anlatmak istediklerim aklıma ilk geldiğinde öykü değil roman olacağını anlamıştım. Romanın ardından bir de gençlik romanı yayınladım ama bu ikisinin yazıldığı iki-üç yıllık dönemde, sonrasında da öykü yazmayı sürdürdüm. Kitap bütünlüğüne ulaşınca Diken Ucu çıktı ortaya. Edebi türlerin sabit bir yapısı yok bugün, sınırlar sıklıkla ihlal ediliyor. Hal böyleyken edebi türleri fetişleştirmek manidar görünmüyor bana. Dış dünyaya nasıl baktığımız da ne yazacağımızı belirliyor olabilir. Öykücü ayrıntılara odaklanır ve o ayrıntının içerisinde nelerin saklı olduğunu sorgular, romancı farklı anların, kişilerin, olguların birbirleriyle ilişkisini peşindedir. Yine de bunun tam tersi de mümkün. Edebiyat söz konusuysa tanımlardan, formüllerden uzak durmakta fayda var.

Esra Yalazan’ın ifadesiyle hikâye edilen ‘ânın’ dışına çıkıp samimiyetle içerde durabilmek bir yazar için pek kolay değildir. Siz ise bu zorluğu her öyküsünde başarıya dönüştüren bir yazar olarak anın dışında kalıp içerde kalmanın sırrını açıklar mısınız?

Bunu başarıp başaramadığımı bilemem, kaldı ki yazma süreci benim için çok ölçülü biçili bir şey değil. Bu nedenle neyi nasıl yazdığım hakkında bir şeyler söylemem zor. Yine de genel olarak edebiyatçıların kaleme aldıkları kurmaca metinlerdeki kişilerle ilişkisinde gelgitli bir durum olduğuna inanırım. Yazar kimi zaman kendini o kişiymiş gibi duyar, heyecanlanır, sevinir, üzülür, kimi zaman da onun başından geçenleri kayda almak için geri çekilip kalemi kâğıda eline alır, o anda artık metindeki kişiye dışarıdan bakıyordur ama dışarıdan baktığı bu kişinin bir süre önce çok yakınında olduğunun bilgisi de saklıdır kendisinde.

Comments

Comments are closed on this post.