Hâl'imizin Öyküleri - Cengiz Alkan

Wednesday, December 1, 2010 5:07:00 PM

Gol sonrası sevinci paylaşan futbolcuların sarmaş dolaş oldukları resmin altında “Futbol güzel bir oyun, çünkü erkekler birbirlerine sarılabiliyor” yazıyordu, erkekler arasındaki cinsel yakınlaşmaya vurgu yaparak... Raymond Chandler’ın The Long Goodbye/Uzun Elveda’sındaki Philippe Marlowe ile yazar dostu Terry Lennox arasındaki ilişkiyi edebiyatta ‘latent eşcinsellik’ örneği olarak değerlendiren bir yazı okumuştum... Ve yine benzeri bir yaklaşım Fred Zinneman’ın From Here to Eternity/İnsanlar Yaşadıkça’sında Çavuş Warden (Burt Lancester) ve Onbaşı Prewitt (Montgomery Clift) ile Maggio (Frank Sinatra) ve Onbaşı Prewitt arasındaki dostluğa ilişkin de farklı bir okuma sunuyordu.

Her metnin ‘farklı’ anlâm katmanları olabilir. Ya da her metin böyle de okunabilir. Kimi durumlardaysa bu çoklu-anlâm arama gayreti öküz altında buzağı aramaya  -ki bu deyimin kendisi bile düz anlâmıyla hayvanlar arasındaki cinsel kimlik belirsizliğine işaret ediyor(!)-  dönüşür ki yukarıdaki örneklerde bu böyle. ‘Erkekler arasındaki dostluk’u anlatan her metne bu bağlamda yaklaştığımızda işin ucunu Şeker Portakalı’nda Manuel Valadares ile Zeze’nin ilişkisini fedofili olarak nitelemeye götürebiliriz.

Herkes Kadar erkekler arasındaki ‘dostluğa’ dair bir öykü kitabı. ‘Buzağı’ aramak isteyenler için ‘Suskun’ adlı öyküde “Kız olsam, senden başkasıyla evlenmezdim, derdim. Kız olsan, benim bu hâllerim batardı sana, derdi. (...) Karısı olsam, kıskanır kavga çıkarırdım.” gibi bir bölüm de var. Bunun ötesinde öykülerin ruh hâli ‘belirsiz cinsel yakınlaşmalar’dan hatta cinsellikten uzak tam tersine belirli bir cinsiyetin, erkeğin   -daha da netleştirmek gerekirse kentli, okumuş alt-orta sınıf erkeğin- ‘hâl’ini anlatıyor. Aslında ‘anlatıyor’ Herkes Kadar’a dair anahtar sözcük;  çünkü anlatmak istemeyen, hep, daha fazlasını kendine sakladığını hissettiren öyküler bunlar. Kısa cümleler, süslemelerden kaçınmalar hep o ‘hâlin’ tezahürü. Kitabın ilk öyküsü ‘Ağbim’de ilişkilerinde bir tıkanıklık yaşayan karıkocayı ziyarete gelen erkeğin ağabeyinin ‘küçük bir dokunuşla’ ilişkiyi iyileştirme çabası anlatılır. Öylesine küçük bir dokunuştur ki bu, değil ilişkinin tartışılması ya da küçük nasihatler, biraz bakışlar çokça da suskunluk anlarıyla anlatılır her şey. Erkeğin, karısına anlatamadığı ‘Sen beni anlamıyorsun suskunluğu’ ne kadar şiddet yüklüyse ‘ağbi’sine anlattığı ‘Beni sen anlarsın suskunluğu’ o kadar kardeşlik yüklü. Türk edebiyatında çocuklarla anne babaların gerilimli ilişkilerinin anlatıldığı ( Baba Evi -O.Kemal,  Çocukluğun Soğuk Geceleri -T.Özlü) önemli romanlar var. Buna karşın kardeşlerin, özellikle erkek kardeşlerin sessiz gerilimleri pek işlenmedi. ‘Ağbim’i bu haneyi dolduran örneklerden saymalı.

‘Beni Niye Çağırdılar’da ise suskunluğun yerini bu kez ‘konuşamamak’ alıyor. Çok fazla yakın olmayan, bu yüzden de davetlerini pek anlâmlandıramadığı bir çiftin ‘dışarıda’ akşam yemeği önerisini kabul etmek gafletinde bulunan öykünün kahramanının ‘konuşamama’ sıkıntısını anlatıyor yazar bu öyküde. Yine tüm öykülerde olduğu gibi burada da  bir varoluş sorunu olarak değil de bir ‘hâl’ olarak ‘konuşulamıyor’. Daha çok ‘Ne işim var benim burada’ sıkıntısının, bu sıkıntıya rağmen ‘medeni’ bir insan gibi ‘muhabbete’ girmek zorunda olmanın ve tabii ki samimiyetsiz bir sohbetin yani aslında konuşarak konuşamamanın ‘hâl’i.

Herkes Kadar’daki öykülerin samimiyeti galiba Türk kısa öykücülüğünün birikiminin özümlenmiş olmasıyla ilgili. Sait Faik’ten Sabahattin Ali’ye, Haldun Taner’den Yusuf Atılgan’a,  zamandan çok ‘yer’e ve ‘insan’a vurgu yapan bir anlatı geleneğinin devamı. Neredeyse ‘Hayırlı Vazifeler’deki kondüktörün anlattığı asker, sanki Tüneldeki Çocuk’un  büyüyüp de adam olmuş hâlidir. Ama daha yakın dönemden bir bağ kurmak gerekirse bu öykülerin ruh kardeşi Erkek Hikâyeleri (Ümit Kıvanç)’ndeki öykülerdir. Özetlemek gerekirse erkek cinsinin ‘hâl’inin öyküleri... Kitabın kapağı da biraz bunu anlatmıyor mu?

Comments

Comments are closed on this post.