Hakkında Bildiğim 10 Şey - Tolga Meriç

Saturday, June 4, 2011 11:46:00 AM

1.

Diken Ucu, Behçet Çelik’in Can Yayınları’ndan çıkan ve kısa sürede ikinci baskısı yapılan altıncı öykü kitabı. Benimse ne zamandır ikinciye okuduğum tek öykü kitabı. Bu ikinci okuyuşumda, öykünün öykü, öykücünün de öykücü olabilmesi biraz da kendini böyle yeniden okutabilmesine bağlı herhalde, diye düşündüm. İnsan, dönüp yeniden okumadığı öyküleri öyküden, öykücüleri de öykücüden sayabilir mi?

2.

Diken Ucu’nu okurken, okur yaşıyla ilk gençliğime gittim. Çünkü artık hiçbir “yeni” yazardan eskisi kadar etkilenemezken, kendini yeniden okutmayı başaran bu şaşırtıcı yazarların gücü, sizi ilk gençliğinizde etkilemiş yazarların gücünü andırıyor.

3.

Diken Ucu’nu ilk okuyuşumla ikinci okuyuşumun arasına Behçet Çelik’in Notos’taki kitap yazıları girdi. Tek sayfalık kitap yazılarında bile gördüm o tamamlanmış bütünlüğü. Bütünlüğün tamamlanmamışı nasıl olur diye merak edilirse, günümüzün pek çok romanına ya da öyküsüne bu konuda kaynak gözüyle bakılabilir. Diken Ucu’ndaki öyküler, çağımızın bütünlük zafiyetine yakalanmamış öyküler. Behçet Çelik’i zihnimde ilk gençliğimin yazarlarının yanına koyan en büyük nedenlerden biri bu olmalı.

4.

“Dolabın Kapağı” adlı ilk öyküde, “Başlamamış şenliğin ertesi!” cümlesini sevdim önce. Sonra, okudukça, “başlamamış şenliğin ertesi”nde yaşayıp giden başka öykü kişilerini de gördüm Behçet Çelik’in. Geçmiş ama unutulmamış bir gecede, pencereden bakarlarken “bilmedikleri bir şey” ya da “henüz tanımadıkları insanlar” tarafından “beklendiklerini” hissetmişler örneğin. Ya da şehrin ortasından geçen karayolundaki otobüslerin, kamyonların ve arabaların “kendilerine uzaklardan birilerini getirmelerini beklemişler” gençken. Fakat bunların hiçbiri gerçekleşmemiş, o şenlik hiç başlamamıştır. Öykü kahramanları başlamamış o şenliğin ertesinde sürerler yaşamlarını. Ne güzel bir kitap adı olurdu, diye düşündüm: “Başlamamış Şenliğin Ertesinde”.

5.

Diken Ucu’nun kahramanları, yaşamlarını başlamamış şenliğin ertesinde sürseler de, hayatın aslının tam da buna denk düştüğünü hissediyorlar sanki. Ortada bir hüzün varsa bile, bu hüzün, şenliğin başlamamış oluşundan çok, hayatın ancak başlamamış şenliklerin ertesinde yaşanabileceğinin bilgisine ilişkin gibi. Ve bu hüzün, hazla köşe kapmaca oynuyor neredeyse. Kendisi olmanın hazzıdır belki bu. Böyle bir hazzın eşliğinde, Behçet Çelik’in kahramanları hayata ilişkin fark ettikleri o bilgiye sevecenlik de duyuyorlar ve sonunda bu farkındalıklarını çekici bir güce çevirip kendilerini zihinsel birer arzu öznesi kılıyorlar. Fakat bu, kahramanlarla yan kahramanlar değil; kahramanlarla okur arasında olup bitiyor. Yani başkişiler öykülerdeki öbür kişilerin değil, kendilerini asıl olarak okurun gözünde zihinsel arzu öznesine dönüştürüyorlar.

6.

Şunlar sorulabilir: Behçet Çelik’in kendilerini zihinsel arzu öznesine dönüştüren başkişilerinin yapıtlardaki öbür kişilerle ilişkileri bundan nasıl etkileniyor? Ya okur? Kendini başkişinin ışığına ya da flörtüne kaptırdığında, yapıttaki diğer kişilerle ilişkisi nasıl bir seyir izliyor? Son olarak: Diken Ucu’nun başkişileri çoğunlukla erkekler. Ve kadınlar, erkeklerin yaptığı bu şeyi, yani kendini zihinsel arzu öznesine çevirme işini yapmıyor ya da yapamıyor. Bence öyle. Ama niçin? Bilmiyorum bunu.

7.

Diken Ucu, söylenenlerden çok söylenmeyenlerin, yapılanlardan çok yapılmayanların kitabı olarak okunabilir.  Ama bu tür bir okumanın zevki, asıllık payesini birincilere değil, ikincilere vermekle çıkar. Söylemek ya da yapmak, “Diken Ucu”nda hayatın bir gerekliliği değil. Özlenen ya da aman aman değer verilen şeyler de değil. Söyleyememenin-söylememenin, yapamamanın-yapmamanın ya da gerçekleştirilememiş-gerçekleşmemiş olanın hazları çoğu zaman her şeye baskın çıkıyor.

8.

Kendime durmadan sorduğum bir başka soru, Diken Ucu’nda ve Behçet Çelik’in edebiyatında beni en çok şaşırtan şeylerden birine; anlatılmamış ya da okura bırakılmış boş alanların başkalığına ve yeniliğine ilişkin. Gerçekten, nasıl oluyor da Behçet Çelik’in yazmadan anlattıkları-anlatabildikleri, birçok yazarın yazmadan anlattıklarından-anlatabildiklerinden daha farklı ve yeni olabiliyor?

9.

Bir sevilen öyküler var, bir de sevilen öykücüler. Behçet Çelik tek tek öykülerini değil, öykücü olarak kendini sevdirenlerden. Yine de, -adındaki erkeklik dozunu bir parça kısıtlayıcı bulmakla birlikte- kitaptaki “Kasti Faul” adlı öyküsünün, en sevdiğim öyküler arasına girdiğini söylemek isterim.

10.

Kitaba adını veren öyküde Bençet Çelik, okumuş olanları Tomris Uyar’ın “Tazı Payı” adlı öyküsüne gönderiyor. Diken Ucu’nu ilk okuyuşumdan bu yana, bu iki yazarın edebi yazgılarındaki ortak paydayı düşünüyorum: Bu soydan yazarların yapıtları için sempozyumlar düzenlenmez, armağan kitaplar hazırlanmaz, kitap oylumunda çalışmalarla edebiyatlarının-yapıtlarının izi sürülmez, hatta haklarında kısacık bir metin yazmak bile enikonu zordur. Selim İleri, Semih Gümüş ya da Füsun Akatlı’nın bu tür yazarlar hakkında yazdıklarıysa bir daha unutulmaz. Ama geneldeki suskunluk, dilsizlik ya da zorluk, bu soydan yazarlar söz konusu olduğunda, edebiyattan geriye kalabilecek en güzel, en olmuş şeydir belki de.

Egoist Okur'da yayınlanmıştır.

Comments

Comments are closed on this post.