Düğün Birahanesi - Metin Fındıkçı

Friday, December 3, 2010 7:14:00 PM

Behçet Çelik’in yeni çıkan Düğün Birahanesi öykü için uzun denebilecek yeterlilikte uzun bir öykü ve on iki kısa öyküden oluşan bir kitap. Her hangi bir kitabı bitirince, o kitapta anlatılan, söylenmek istenen, varılması amaçlanan hedef iyi söylenmişse ve varılmışsa, zaten okuyucu bunu duyumsar. Okuyanda, hayata, hayatın olağan akışından tatlar ve izler bırakır. Behçet Çelik’in sadece 110 sayfadan oluşan Düğün Birahanesi son derece yoğun ve doyurucu bir kitap.

Kitapta en çok dikkati çeken yalnızlık- mekân ikileminden çıkan düşlerdir diyebilirim.

Yalnızlık insanda nasıl kök salar veya insan yalnızlığa niye ve nasıl bulaşır? Şöyle de sorulabilir, yalnızlık insandaki halleri kaç çeşittir nasıl oluşur? Can sıkıntısından mı, ruh halinden mi, kişinin bulunduğu ortamdan mı yoksa sadece insanın bir gereksinimi mi? Öykülerdeki anlatıcı veya kahramanda; yalnızlık bazen bir çay bahçesinde çay içerken, bazen bir cafede bira yudumlarken, bazen de bir arkadaşıyla bir yerde sohbet ederken bile anında karşımıza çıkıyor. Yalnızlığı, kurulan düşlerden kişinin bulunduğu yerden başka dünyalara dalıp, uzaklaşıp gitmesinden duyumsarız. “Ötedeki” öyküsünün ilk bölümünde –anlatan- çay bahçesinde otururken başka “ötedeki” dünyalara dalıp gitmesi gibi; ama hayatın bu yoğunluğuna anlamlı anlamsızlığına karşın belki de “hesabı isteyip kalkmaktır” bize düşen, elden ne gelir.

Belki de, eşimize, oğlumuza ve yaşadığımız hayata karşı saplandığımız bir yalnızlık batağıdır bu. Yaşadıkları hayattan hoşnut olmayan eşler, iletişim kurulamayan çocuklar, eski sevgililer, yeni aşklar, bunlara eşit kulvarda koşulan tek düze yaşam biçimi, veya içten içe bir mutsuzluk, “Selçuk’tan söz etmişti ilk kez. İnceliğine, nezaketine hayrandı. Bir de sözcüklerine… ‘o konuşunca, üzerimdeki bütün karanlıklar dağılıyor.” Dedi. Zor zamanlar geçiriyordu, üçe bölünmüştü hayatı. Ev, okul, Selçuk. En az zamanı onunla geçiriyor, ama en çok onunlayken mutlu oluyordu. (Tuhaf, s. 42) ve beklemek, konuşmadan söylemeden bir şeyleri beklemek: (“Böyle yapma canım, ne olur?” Belki elimi tutmasa, “canım” demese, bir daha aramazdım onu. Kendi dünyasında yaşasın dursun, derdim. Ama işte, tuttu elimi. Sıcaktı. “Canım” dedi. “Bekle” demek istedi belki de. “Şimdi değil, ama çok da gecikmeden istediğin olacak,” dedi bakışlarıyla. Ya da ben böyle kurdum… Neden ama? Ne hakla?”) (Ötesi Yok. S.49). Yalnızlıktan, tanımadığı insanlarla dertlerini paylaşmak, sorunlarını anlatmak, mutsuzluğunu ve kederini dağıtarak hafifletmek, “Sevgilisi, adamın ilgisini çektiğini söylemişti. Sahi nasıl söylemişti bunu? Anımsamıyordu. (…) Bu kadarı yetmişti. Masum bir arkadaşlık olmadığını sevgilisinin konuşurken zorlanmasından anlamıştı. (…) “Peki ya siz” demek istemiş, ama gurur mu, umut mu, artık neyse, bir şeyler dilini bağlamıştı. Neyse ki sevgilisi soruyu gözlerinden sezmiş, elini yanağında arkadaşça gezdirmişti. Hepsi buydu. Tezgâhtar kıza bunları anlatmak, “Sizce biz ayrıldık mı?” diye sormak istedi.” (Kar Karanlığı. S. 61) kısaca herkesin yaşadığı bildik -içbükey- sorunların açık ve acı veren bir çığlığıdır bu öykülerdeki yalnızlık. Belki de bu yalnızlığın bir çeşit tanımı da bu cümlelerdir. “Otobüsün içi ısındıkça ısınmış, ayaklarım şişmiş, önümdeki yolcu koltuğunu yatırınca sıkışmış kalmıştım. Bedenimdeki rahatsızlık vurmuş olmalıydı zihnime.” (Ayakkabı Kutuları. S.71) Belki de bu şiirsel anlatımda yatıyor, bazı yerlerde gizli bazı yerlerde açık açık bağıran bu öykülerdeki yalnızlığın büyüsü.

Ne de olsa, bu yalnızlığa önsöz yerine Edip Cansever’in “Salıncak” şiirinden bir bölüm alıntılanmıştır.

Bu yalnızlığa uygun bir de mekânlar olmalı. Behçet Çelik’in öykülerindeki mekânlar: Birahane, çay bahçesi, ucuz meyhaneler ve ev içleridir. “Deniz nerede bitip gökyüzünün nerede başladığı belli değil. sis ufuk çizgisini silmiş. Gökyüzü ayaklarımızın dibinde başlıyor: ya da deniz kabarmış yıldızlara uzanmış. Oturduğum çay bahçesinde hemen herkes yaşlı. Gençler için uygun bir gün değil Perşembe. Onlar mesaideler; işsizler için pahalı, öğrenciler için uzak bir yerdeyim” (Ötedeki. S. 1) her şeyden, kimselerden uzak. Bir başka mekân: “Gelirken dışarıda oturmayı, hava almayı tasarlamışken, düşmeye başlayan damlalardan ürküp camlı bölüme geçtiler.” (Soğuk Bir Ateş. S. 34) belli ki, bir birahane bir cafedir söz konusu. Aslında niye, neden bu mekânlar sorusu sorulacağını biliyormuş gibi bu “Tuhaf mekânı anlattıktan sonra: “Üniversite lokalinde rahat etmiyorsan anlarım, ama bu şehirde daha güzel yerler olmalı. Burayı seçmiş olman, burada rahat etmen...” “Orta yaş krizime iyi geliyor belki de…” (Tuhaf. S. 41). Mekânlar insanın içini yansıtıyor derler. Behçet Çelik’in öykülerindeki Dostoyevski vari mekânlar, içini ne düzeyde yansıtıyor bilmem ama inkâr edilmeyecek kadar yansıttığı kesin.

Buna tezat olarak; öykülerdeki kahramanlar kitabın adını taşıyan “Düğün Birahanesi”ni saymazsak hemen hemen hepsi afiyetle biralarını içiyor. Bu da, Behçet’in içini yansıtmadığı kesin.

Behçet Çelik, hepimizin bildiği; yalnızken kurduğumuz düşleri, hayata ve aşka dair kurguladığımız beklentilerin, umutların o anını, o ruh halini çok iyi sunuyor bizlere. Öykülerin içindeki o anlarla, o hallerle karşılaştığımızda “evet gerçekten de böyle oluyor” diye dedirtiyor. Behçet’in hikâyeleri, düşleriyle, birasıyla, mekânlarıyla, söylem ve diyaloglarıyla hayatın ta kendisidir. Hikâyelerinde iki yüzlü kurgu bulamazsınız, sahte anlatım yok.

Ama kitabın son öyküsü, “İki Cami Arası Beynamaz”dan, bana kalan “mavi kazaklı kadın” “Bahçedeki ağaçların yaprakları ezanın ezgisine uyardı, bir de terli saçlarıma arada sırada vuran rüzgar.” “Orada yaşlanmalıyım. ‘Gözlük’ diye seslenmeliler bana.” Harika! Bu cümleler, hemen hemen her insanda bir şeyleri çağrıştırıyor olmaları hoş bir duygu olarak kaldı bende. Ama yine de bana kalırsa, kitabın bu son öyküsü, kitaptaki diğer öykülere göre biraz daha zayıf geldi. Sanki kitabın son öyküsü olmasından kaynaklanan bir ruh haliyle, kitabın arka kapısından bakan biri gibi duruyor.

Behçet Çelik’in hikâyelerinin aktığı mecra belli, “Düğün Birahanesi”ndeki hikâyeler bu mecranın yataklarını biraz daha derinleştirmiş, belirginleştirmiş ve sağlamlaştırmış. Bu hikâyeler, incelikli, nitelikli ve okunması gereken hikâyelerdir, diyorum. Evet, hikâye seviyorsanız mutlaka okuyun.

Yalnız bu hikâyeleri okurken, canınız soğuk bir bira çekerse bulmayabilirsiniz. “Düğün Birahanesi” malum kalabalık olur.

Cumhuriyet Kitap, 25 Kasım 2004

Behçet Çelik’in yeni çıkan Düğün Birahanesi öykü için uzun denebilecek yeterlilikte uzun bir öykü ve on iki kısa öyküden oluşan bir kitap. Her hangi bir kitabı bitirince, o kitapta anlatılan, söylenmek istenen, varılması amaçlanan hedef iyi söylenmişse ve varılmışsa, zaten okuyucu bunu duyumsar. Okuyanda, hayata, hayatın olağan akışından tatlar ve izler bırakır. Behçet Çelik’in sadece 110 sayfadan oluşan Düğün Birahanesi son derece yoğun ve doyurucu bir kitap.

Kitapta en çok dikkati çeken yalnızlık- mekân ikileminden çıkan düşlerdir diyebilirim.

Yalnızlık insanda nasıl kök salar veya insan yalnızlığa niye ve nasıl bulaşır? Şöyle de sorulabilir, yalnızlık insandaki halleri kaç çeşittir nasıl oluşur? Can sıkıntısından mı, ruh halinden mi, kişinin bulunduğu ortamdan mı yoksa sadece insanın bir gereksinimi mi? Öykülerdeki anlatıcı veya kahramanda; yalnızlık bazen bir çay bahçesinde çay içerken, bazen bir cafede bira yudumlarken, bazen de bir arkadaşıyla bir yerde sohbet ederken bile anında karşımıza çıkıyor. Yalnızlığı, kurulan düşlerden kişinin bulunduğu yerden başka dünyalara dalıp, uzaklaşıp gitmesinden duyumsarız. “Ötedeki” öyküsünün ilk bölümünde –anlatan- çay bahçesinde otururken başka “ötedeki” dünyalara dalıp gitmesi gibi; ama hayatın bu yoğunluğuna anlamlı anlamsızlığına karşın belki de “hesabı isteyip kalkmaktır” bize düşen, elden ne gelir.

Belki de, eşimize, oğlumuza ve yaşadığımız hayata karşı saplandığımız bir yalnızlık batağıdır bu. Yaşadıkları hayattan hoşnut olmayan eşler, iletişim kurulamayan çocuklar, eski sevgililer, yeni aşklar, bunlara eşit kulvarda koşulan tek düze yaşam biçimi, veya içten içe bir mutsuzluk, “Selçuk’tan söz etmişti ilk kez. İnceliğine, nezaketine hayrandı. Bir de sözcüklerine… ‘o konuşunca, üzerimdeki bütün karanlıklar dağılıyor.” Dedi. Zor zamanlar geçiriyordu, üçe bölünmüştü hayatı. Ev, okul, Selçuk. En az zamanı onunla geçiriyor, ama en çok onunlayken mutlu oluyordu. (Tuhaf, s. 42) ve beklemek, konuşmadan söylemeden bir şeyleri beklemek: (“Böyle yapma canım, ne olur?” Belki elimi tutmasa, “canım” demese, bir daha aramazdım onu. Kendi dünyasında yaşasın dursun, derdim. Ama işte, tuttu elimi. Sıcaktı. “Canım” dedi. “Bekle” demek istedi belki de. “Şimdi değil, ama çok da gecikmeden istediğin olacak,” dedi bakışlarıyla. Ya da ben böyle kurdum… Neden ama? Ne hakla?”) (Ötesi Yok. S.49). Yalnızlıktan, tanımadığı insanlarla dertlerini paylaşmak, sorunlarını anlatmak, mutsuzluğunu ve kederini dağıtarak hafifletmek, “Sevgilisi, adamın ilgisini çektiğini söylemişti. Sahi nasıl söylemişti bunu? Anımsamıyordu. (…) Bu kadarı yetmişti. Masum bir arkadaşlık olmadığını sevgilisinin konuşurken zorlanmasından anlamıştı. (…) “Peki ya siz” demek istemiş, ama gurur mu, umut mu, artık neyse, bir şeyler dilini bağlamıştı. Neyse ki sevgilisi soruyu gözlerinden sezmiş, elini yanağında arkadaşça gezdirmişti. Hepsi buydu. Tezgâhtar kıza bunları anlatmak, “Sizce biz ayrıldık mı?” diye sormak istedi.” (Kar Karanlığı. S. 61) kısaca herkesin yaşadığı bildik -içbükey- sorunların açık ve acı veren bir çığlığıdır bu öykülerdeki yalnızlık. Belki de bu yalnızlığın bir çeşit tanımı da bu cümlelerdir. “Otobüsün içi ısındıkça ısınmış, ayaklarım şişmiş, önümdeki yolcu koltuğunu yatırınca sıkışmış kalmıştım. Bedenimdeki rahatsızlık vurmuş olmalıydı zihnime.” (Ayakkabı Kutuları. S.71) Belki de bu şiirsel anlatımda yatıyor, bazı yerlerde gizli bazı yerlerde açık açık bağıran bu öykülerdeki yalnızlığın büyüsü.

Ne de olsa, bu yalnızlığa önsöz yerine Edip Cansever’in “Salıncak” şiirinden bir bölüm alıntılanmıştır.

Bu yalnızlığa uygun bir de mekânlar olmalı. Behçet Çelik’in öykülerindeki mekânlar: Birahane, çay bahçesi, ucuz meyhaneler ve ev içleridir. “Deniz nerede bitip gökyüzünün nerede başladığı belli değil. sis ufuk çizgisini silmiş. Gökyüzü ayaklarımızın dibinde başlıyor: ya da deniz kabarmış yıldızlara uzanmış. Oturduğum çay bahçesinde hemen herkes yaşlı. Gençler için uygun bir gün değil Perşembe. Onlar mesaideler; işsizler için pahalı, öğrenciler için uzak bir yerdeyim” (Ötedeki. S. 1) her şeyden, kimselerden uzak. Bir başka mekân: “Gelirken dışarıda oturmayı, hava almayı tasarlamışken, düşmeye başlayan damlalardan ürküp camlı bölüme geçtiler.” (Soğuk Bir Ateş. S. 34) belli ki, bir birahane bir cafedir söz konusu. Aslında niye, neden bu mekânlar sorusu sorulacağını biliyormuş gibi bu “Tuhaf mekânı anlattıktan sonra: “Üniversite lokalinde rahat etmiyorsan anlarım, ama bu şehirde daha güzel yerler olmalı. Burayı seçmiş olman, burada rahat etmen...” “Orta yaş krizime iyi geliyor belki de…” (Tuhaf. S. 41). Mekânlar insanın içini yansıtıyor derler. Behçet Çelik’in öykülerindeki Dostoyevski vari mekânlar, içini ne düzeyde yansıtıyor bilmem ama inkâr edilmeyecek kadar yansıttığı kesin.

Buna tezat olarak; öykülerdeki kahramanlar kitabın adını taşıyan “Düğün Birahanesi”ni saymazsak hemen hemen hepsi afiyetle biralarını içiyor. Bu da, Behçet’in içini yansıtmadığı kesin.

Behçet Çelik, hepimizin bildiği; yalnızken kurduğumuz düşleri, hayata ve aşka dair kurguladığımız beklentilerin, umutların o anını, o ruh halini çok iyi sunuyor bizlere. Öykülerin içindeki o anlarla, o hallerle karşılaştığımızda “evet gerçekten de böyle oluyor” diye dedirtiyor. Behçet’in hikâyeleri, düşleriyle, birasıyla, mekânlarıyla, söylem ve diyaloglarıyla hayatın ta kendisidir. Hikâyelerinde iki yüzlü kurgu bulamazsınız, sahte anlatım yok.

Ama kitabın son öyküsü, “İki Cami Arası Beynamaz”dan, bana kalan “mavi kazaklı kadın” “Bahçedeki ağaçların yaprakları ezanın ezgisine uyardı, bir de terli saçlarıma arada sırada vuran rüzgar.” “Orada yaşlanmalıyım. ‘Gözlük’ diye seslenmeliler bana.” Harika! Bu cümleler, hemen hemen her insanda bir şeyleri çağrıştırıyor olmaları hoş bir duygu olarak kaldı bende. Ama yine de bana kalırsa, kitabın bu son öyküsü, kitaptaki diğer öykülere göre biraz daha zayıf geldi. Sanki kitabın son öyküsü olmasından kaynaklanan bir ruh haliyle, kitabın arka kapısından bakan biri gibi duruyor.

Behçet Çelik’in hikâyelerinin aktığı mecra belli, “Düğün Birahanesi”ndeki hikâyeler bu mecranın yataklarını biraz daha derinleştirmiş, belirginleştirmiş ve sağlamlaştırmış. Bu hikâyeler, incelikli, nitelikli ve okunması gereken hikâyelerdir, diyorum. Evet, hikâye seviyorsanız mutlaka okuyun.

Yalnız bu hikâyeleri okurken, canınız soğuk bir bira çekerse bulmayabilirsiniz. “Düğün Birahanesi” malum kalabalık olur.

Cumhuriyet Kitap, 25 Kasım 2004

Comments

Comments are closed on this post.