Behçet Çelik'in Yeni Kitabı: Diken Ucu - Pakize Barışta

Thursday, December 2, 2010 2:22:00 PM

Edebiyat insanı hakikatle yüzleştirir.

İnsana hayatı daha derinlemesine hissettirir.

Aynı zamanda hayatını düşündürür insana.

Hakikatin yüzü, yazı marifetiyle insanın hayatından çekip çıkarılan, damıtılan bir şeydir, bir manadır aslında. Ki, hakikatin yüzü aynı zamanda insanın ilişki içinde olduğu diğer hakikatlerin; doğanın, toplumun, evrenin, hayvanların da yüzüdür bir bakıma.

Yazar, hakikatin yüzünü okumasını sağlar insana. Yazı da bu ilişkideki köprü görevini yerine getirir: “O kitabı geçen akşam elime almasaydım, onu aramak aklıma gelmezdi. Boş gözlerle kitaplığa bakıyordum –ne sık yapar oldum bunu. Okunmuş okunmamış, çeyrek, yarım bırakılmış kitapların ne anlattıkları, ne hakkında oldukları değildi aklımdan geçenler. Ne zaman aldığımı, okurken neler düşündüğümü hatırlamaya çalışıyordum; fotoğraf albümüne göz gezdirirken birdenbire karşıma çıkan hem tanıdık hem yabancı bir yüzü tanımaya çalışır gibi, altını çizdiğim satırlara, sayfaların sağına soluna tanıdık bir el yazısıyla düşülmüş notlara bakıyordum.” Behçet Çelik’in Diken Ucu adlı yeni yayımlanan kitabının aynı adlı hikâyesindeki bu alıntıdan yola çıkarak, yazarın hem külli zamana hem de cüzi zamana ne kadar hâkim olduğunu anlayabiliyoruz; zamanın hâlin kimi zaman derinsiz derinliğinin akışında, insanın bir tıkanmışlığı seziliyor. Behçet Çelik, bu tıkanmışlığı, bu suskunluğu, cüziden külliye doğru mütevazı ama çok net ve etkili kalem darbeleriyle kayda geçiriyor.


Diken Ucu
, insanın hakikatinin peşine düşerken, onun içinde bulunduğu sınıfsal konumunu da irdeliyor ve küçük burjuva karakterini deşiyor: “Oya bana doğru geliyor. Toparlanmalıyım. Derin bir soluk alıp yüzümü yıkamışım gibi alnıma düşen üç tel saçımı elimle arkaya atıyorum. Zilzurna olana dek içtiğimi sanmamalı –daha çok var ha ona. Ne de olsa patronumun karısı.”


Diken Ucu
, yazı ve konuşma dillerini biraraya getirerek sakin ama derinlikli bir bütünleşme, bir edebî üslup kazandırmış edebiyatımıza. Sessizliğin sesi, sadeliğin zenginliği çıkmış ortaya; sıradan insanın sıra dışı anları yakalanmış. Bu anların içinde insanın kalakalmışlığı da var; bu hayat, ilişkisizliğin ilişkileri üzerine kurulmuş: “Daha önce çok bağrıştık, birbirimize çemkirip günlerce konuşmadığımız oldu, böyle olmadım. Kendimi dışarı atmam, vapurla karşıya geçmem nafile, olduğum yere çakıldım kaldım, kımıldayamıyorum –bu artık sonuncu diye mi? Ne kadar da sakindi öyle. ‘Şu dolabın kırık kapağını yaptıralım artık,’ der gibi...”

Behçet Çelik’in hayatı tartmasında karşılaştığımız gerçeklerden biri de –yazarın sorguladığı- bir olma halinin nasıl da çok uzak olma haline dönüşebiliyor olması. Bu durumda ortaya neredeyse kahredici bir boşluk çıkıyor: “İnsan kendi gözünü göremiyor. Benim bakışlarım da onun kafasını delip arkasındaki buzdolabının camından yansıyor olabilir. Eskiden onun gözlerinden yansırdı aklımdan, içimden geçenler. Şimdi boşluk. Belki ben de menzilsiz bakar oldum onun gibi.”

Ne oluyor peki?

Bu kalem neden üzülüyor bu kadar?

Üzülüyor; zamanı durduracak güçte korkunç bir ıssızlık örtüyor insanı çünkü.


Diken Ucu
’nda yer alan hikâyelere hüzünlü bir ince mizah hâkim yer yer. Yazar, hakikatin yüzünü gizlemeye çalışan pseudo moderniteye sahip kişilerin yüzlerini çalıyor adeta; maskeyi, edebî olarak eline geçiriyor.

Behçet Çelik’in hikâyelerindeki bu kişiler (karakterler) ayrıca sakin bir hezeyan içinde birbirleriyle karşılaşıyorlar; birbirlerine en kızgın hallerinde bile anlayışlı bakışlar atabiliyorlar; birbirlerine yakınken uzaktan sesleniyorlar ya da birbirlerine uzakken çok yakından fısıldaşabiliyorlar. Bu hikâye kişileri ortaya bir irade koyma çabasındalar. Ancak, bir varoluş çaresizliğini de peşlerinde sürüklüyorlar sanki.

Velhasıl, Behçet Çelik’in edebiyatında huzur bir türlü sakinleşemiyor. Diken Ucu, Batı edebiyatından çok farklı; bu coğrafyaya ait bir bunalımı, daha insani daha doğal bir sıkıntıyı, bize ait farklı bir yalnızlığı ve ıssızlığı fark ettiriyor çünkü okuruna.

Behçet Çelik, modern edebiyatımız içinde yavaşça hızlanan bir kaleme sahip; hakikatin peşine düşerken, duygunun gerçekliği alanına da nüfuz edebilen bir yazar o.

Comments

Comments are closed on this post.