Arada Kalanlar - Derviş Aydın Akkoç

Posted by Admin Sunday, February 25, 2018 11:44:00 AM

Behçet Çelik, Yolun Gölgesi adlı son kitabında riskli bir söylemsel alanda dolanıyor: memleketin yakın dönem siyasal ve toplumsal olaylarını edebiyat düzleminde temsile kavuşturmaya çalışarak. Bireysel ve kolektif zihinleri darmadağın eden, mevcut analitik konformist çerçeveleri söküp atan, teorik bakışları körleştiren siyasal olayları ve hakikatleri (Ortadoğu’daki iç savaşlar, Kürt vilayetlerindeki hendek harpleri, sokağa çıkma yasakları, gömülemeyen, yakılıp kavrulan cesetler, mülteci akınları vb.) edebiyat sahasında dile getirmeye kalkışmak: Son dönemde olup bitenleri, artçı etkileriyle birlikte dilde temsil etmek, görünür kılmak mümkün müdür? Edebiyatçı dilin neresine hangi gerekçeyle konumlanacak, sözünü nasıl kotaracaktır? 

Behçet Çelik söz bahsinde riski göze almış bir yazar. Daha baştan –öncelikle yazarını- huzursuz eden bir gerilimle yol alacağının farkında. Aktüel siyasal fenomenlere ilişkin edebi-estetik sözün kurucusu olarak kendi konumunu/yerini enine boyuna dert ettiği çok açık: Dil temsil edileni olduğu kadar temsil edeni de ifşa eder. Behçet Çelik sahtekârlığa düşmemek, Orhan Koçak’ın ifadesiyle “yalansız bir bölgede” sözünü söylemek için edebi-estetik üretimini etik bir tavrın refakatinde icra eder. Bu etik tavır taşkafalı reel-siyasetçilerde görülmez, edebiyatçıların bir kısmı da maalesef bundan habersiz. Etik tavırdan kasıt: Sesin ve sessizliğin, ifade edilebilir olanla ifade edilemez olanın, susmanın ve konuşmanın sınır bölgelerine doğru temkinli cümlelerle ilerleyen, belli ki sınırın öte taraflarına da bakan ama etik sorumluluğu icabı tam da durması gereken yerde duran, demek söz akışını kesen; “başkalarının başına gelmiş” travmatik-acı deneyimleri anlatmanın yahut göstermenin cezbine kapılmayan, politik-pornografiye karşı uyanık, daha ziyade olaylara tanıklık edenlerin “ruh hallerini” irdeleyen, bu esnada bir ruh halinden diğerine geçişin anlık röntgenlerini çeken, kadrajını iyi ayarlamış bir stratejiyle dil kullanmak...

***

Behçet Çelik’in kitabında estetik kadraja girenler genellikle siyasal olayların, bu olaylara neden olan iktidar uygulamalarının dolaylı muhatapları: failler değil, şahitler; ölüler değil, hayatta kalanlar; eylemde etkin olanlar değil, pasif kalmak zorunda olanlar. Genişçe bir küme bu. Belli bir toplumsal duyarlıkla donatılmış bu kümenin özneleri “olaylar karşısında” çaresizdirler. Bu çaresizlik, adeta merkezi bir “ruh hali” olarak, “arada kalma” duygusunda açığa çıkar en çok da. 

“Yolun Gölgesi” öyküsünün karakteri Engin “bir yere” gider, bir şeyler görür, geri döner, ama derinden sarsılmıştır. Görülenin ne olduğu açıkça dillendirilmez, görenin hali görülenin yarattığı dehşeti duyurmaya yeter: “Gitti, gördü, döndü, gövdesi durdu, çulu çaputu yıktı, ruhu da –varsa- hiç yola çıkmamış gibi çöktü odanın bir köşesine.” [1] Neredeyse bütün öykülerde, adeta harabeye dönmüş, ağrılardan ve sızılardan bitap düşmüş yorgun bir “gövde” vardır, ama bu gövdenin “ruhu” şüphelidir artık: “varsa”. Bir ruh elbette vardır ama tıpkı gövde gibi ruhun da “çulu çaputu” savrulmuştur. Bitkin, donuk, reflekssiz bir varoluş iki kutup arasında salınım halindedir: “Hem hiçbir şey yapmak istemiyor hem de yerinde duramıyordu, iki uçtan çekiştiriliyormuş gibi. Tuhaf bir de telaş; geçmeyecek, alışmayacak, hep böyle tetikte, kalkmakla oturmak arasında kalacak.”
Kalkmakla oturmak arasındaki bulanık bir alana tıkılmış gibidir Çelik’in karakterleri. Keza “Dil Azabı” öyküsünün karakterinin ziyarete gittiği arkadaşının evindeki tedirgin durumu: “oturmanın son ânıyla kalkmanın son ânı arasında kalakalmışım, saniye kolu takılmış, zaman tekrara düşmüş.” Orada müdahale edilemeyen bir şeyler oluyor, olup bitenlerin serpintileri buraya da sıçrıyor, özneler halihazırdaki “ara pozisyonlarına” daha da kilitleniyorlardır. Behçet Çelik’in öykülerindeki arada kalma duygusu –fazla deşilmemek kaydıyla- “boşluk duygusu”na da teyellenir. Bununla birlikte, “eşya” ile ilişkinin de ürkütücü, düşmanca bir veçhesi vardır. “Yolun Gölgesi”nin Engin’i taştan oyulmuş bir şekerliğe uzanır, ama doğru düzgün tutamaz, kavrayamaz onu:

“Sıkıca tuttu, taşı hissetti, ağırlığını; ama tam olarak tutamamış gibi bir his, avucuyla şekerlik arasında bir boşluk, belki de bilemediği başka bir şeyin, -neyin?- yarattığı bir doluluk, öyle ya da böyle, dün, önceki gün, daha öncesi, bir şeyi tutup dokunduğundaki gibi değildi sanki. (...) Bir rüyadan uyanamamak gibiydi, sıkışıp kalmıştı, arada bir yerdeydi, ne oradaydı ne öbür yanda, hem tutuyordu şekerliği hem tutmuyordu. Olur bazen öyle diyesiydi, ama bunun sonsuza dek süreceği hissi vardı bir de, ileride hiçbir gün bir zamanlar –hatırlamaya çalıştığımız rüyanın zihnimizden uzaklaşma hızıyla daha da gerilerde kalan bir zaman dilimiydi bu ‘bir zamanlar’- tuttuğu gibi tutamayacaktı hiçbir şekerliği.” (s. 20)

Afallamıştır karakter, “belki hâlâ yoldadır”, dönüş yolunda, ama öyle de olsa “sıkışıp kalmıştır”, artık ne orada ne de buradadır. Afallatıcı etkileriyle ”bazıları” –ad verilmez– öykünün sonunda zikredilir. Eski Ahit’teki “yağmur iyinin de kötünün de üzerine yağar” sözündeki eşitlik söylemini de çağrıştıran “göğün adaleti” sözü “yeryüzündeki adaletsizlikle” kapıştırılır, hayaletimsi “bazıları”na istinaden: 

“Yukarıdan bir yerlerden buz rendeleniyor gibiydi, kar değildi yağan, iri soğuk su damlalarıydı. Yüzüne değmiyor, düşmüyor, çarpıyorlardı. Göğün adaleti. Rüzgâr yön değiştirip duruyordu, kim ne yana giderse gitsin, kaçarsa kaçsın, payına düşeni alacaktı. Göğün eşit pay etmesinin ne anlamı vardı, yerde herkesin giysisi, barınağı, yurdu, ocağı başkayken; bazıları için sırtını rüzgâra çevirip korunmak mümkün, bazıları için geldikleri yöne dönmek asla mümkün değilken.” (s. 22)

Göğün adaletinden olduğu gibi yeryüzünün adaletsizliğinden de kaçış yoktur, o da herkesin üzerine yağacaktır; çoktan yağmıştır bile, ne yana kaçılırsa kaçılsın, nafile.

***

Behçet Çelik Yolun Gölgesi’nde –tıpkı Kafka gibi- kaçışın, korunaklı ve kişiyi suçsuz çıkaran herhangi bir “yere” yerleşmenin imkânsızlığının bilinciyle, “arada kalmış” insanların varoluşlarına eğilir. Karanlık, şakası nadir, hatta olanaksız; ıslak ve koyu öykülerdir. Eve hapsolmuş (“haftalardır kapandığım evden”), kimseye tahammülleri kalmamış, kendi benliklerine gömülmüş, gündelik hayatın boğucu rutininde devinen, hareket alanlarını genişletmedikleri gibi bu alanları giderek daralan insanların gövdeleri ve ruhları gibi dil ilişkileri de sakatlanmıştır tabii... 

***

Memleketin şimdisini kasıp kavuran siyasal olaylar karşısında “ses” çıkaramaz hale gelmişlerdir, Behçet Çelik’in Yolun Gölgesi’ndeki arada kalmış karakterleri. Kürt vilayetlerindeki vahşete uzaktan şahit olmak, bu esnada gündelik hayatı devindirme mecburiyeti duymak dört başı mamur bir “karabasan”dır artık. James Joyce’un “tarih kâbusu”ndan farklı olarak, uyanmanın pek mümkün olmadığı, uyanılsa bile hareketin, toparlanmanın değil, katı bir şekilde “taş kesilmenin” hüküm süreceği; sündürülmüş, geçmişi olmayan, yoğunlaştırılmış bir şimdi siyasası olarak Türkiye’ye özgü bir tarih karabasanıdır söz konusu olan. Bu karabasan bedeni ve ruhu olduğu kadar dili de ele geçirmiş, dili sınırların bulanıklaştığı bir koordinatta kilitlemiştir, “Dil Azabı”ndan: 

“Kafamın içindeki uğultudan, göğsümden çıkıp boğazıma yerleşen kalbimin vuruşlarından başka ses yoktu çıkarabildiğim. Onun sözleriyse dumanların, barutların, yıkılan duvarların, yere inen binaların tozu toprağı içinde kalıyordu, bunların arasından zar zor birkaçını seçebiliyordum, onlardan da kan sızıyordu, sızdığı yerde katılaşıyor, günlerce kalıyor, kuruyordu sokakta bekleyen bedenlerin üzerinde, hep beraber çürüyorduk.”[1]

Bedenin –özellikle eve- geri çekilmesiyle, dilin kafatasının içine çekilmesi arasında bir paralellik vardır. Beden eve dil de kafatasına kapanmış; karşılıklı konuşma ve aktarım askıya alınmamışsa bile sekteye uğramıştır: kırık dökük diyaloglardan birkaç kelime “zar zor” seçilebiliyordur artık. “Şehrin Bütün Sokaklarını” öyküsündeki karakter, yasaklardan ötürü uzundur “sokağa çıkamaz”; hanede mahsur kaldıkça “dellenir,” duvarları, kapıları yumruklar: “Gel beni çıkar Kemal, dedi, evde duramıyorum, ellerim ayaklarım söz dinlemez oluyor. (...) Dişlerim de benim değil, hiçbir yanım benim değil, çenem birleşmiyor, birleşirse ayrılmıyor. Kafam uğulduyor.” (s. 68.)
Kafadaki uğultu: Karakterler söz/kelime değil, ancak ses çıkarabiliyordur. Ne var ki, buradaki sesler de bir bağırış, dövünme yahut iniltiden ziyade boğuk “uğultulardan” ibarettir. Uğultu çemberini aşıp dile varmak olasıdır elbette, ama varılacak dil düzlemi pürüzsüz ve akışkan bir düzlem değil, aksine “yutkunmaların”, kesilmelerin, boşa düşmelerin, sessizlik nöbetlerinin olduğu sallantılı bir düzlemdir. Top tüfek sesleri, yerle bir olan binaların tozu toprağı sinmiştir dile ve onun yapıtaşları olan kelimelere. Cemal Süreya’nın “kan var bütün kelimelerin altında” dizesini hatırlatırcasına dile “kan” hücum etmiş, kelimeler kararıp kurumuştur. Hantallaşan kelimelerin “günlerce” yerde yatan –ölü- bedenlere tabi kılınması: gelinen aşamada dil de tıpkı ölü bedenler gibi kımıltısız ve donuk mudur? Galiba...
Olmuş ama hâlâ bitmemiş siyasal gaddarlıkların sarsıntıları ironi yahut mizah gibi stratejilerle hafifletilemez: Cemal Süreya’nın dizesindeki “kan” mecazı, Behçet Çelik’in öykülerinde bir mecaz olmaktan çıkıp içinde Türkiye “karabasanın” at koşturduğu geçimsiz bir gerçekliğe dönüşmüştür sanki. Herkesin “hep birlikte çürüdüğü” bir toplumsal ve kültürel vasattır bahse konu olan: Bu ortamda susmak ve konuşmak arasındaki farklar neredeyse silinmiştir. Susmak erdem, konuşmaksa faillik anlamına gelmez. Özne edimlerinin kemirildiği bir sıfır noktasına, “Dirlik Kaybı” öyküsünde olduğu gibi “çaresizlik” ve “zavallılık” pozisyonuna hapsedilmiştir.

Çelik’in öyküleri Althusser’in İkinci Dünya Savaşı’na istinaden “silahların konuştuğu yerde dil susar”, söz söylense bile gürültüye gider yollu tespitine dokunur; mahut tespiti yanından yöresinden zarafetle deşerek tabii: Dil kişinin sağalmak, yüklerinden boşalmak yahut mevcut gidişata yönelik bir itiraz aracı olmaktan istifa etmiş, şiddetle kurtulmak istenen bir işkence halini almıştır:

“Bu kelimelerin hepsi canımı yakıyor, ihanet gibi. Şimdi bile, seninle konuşurken de. Düşünürken, ilenirken, söylenirken. Ciltler dolusu defterim var, yazdıkça yazmışım (...) Nasıl da umutluymuşum, kalemi elime alacak kadar, kelimeler bulup birbirine ulayacak, beğenmediğimin üzerini çizip yenisini yazacak kadar. Yakasım geldi hepsini, bir çare olacağını, bu dili unutacağımı bilsem, en azından bazı kelimeleri, içine postallarla daldıkları evlerin duvarlarına, camlarına, aynalarına yazdıklarını, onlardan başlayıp bir ucundan, hiç değilse dillerini alıp başlarına çalacağımı bilsem.” (s. 41.)

Dil hususunda ihanet duygusu yatışmayacaktır. Zira ölüler/öldürülenler ve hayatta kalanlar arasındaki gerilim “düşünürken” bile “arada kalmış”, vicdanla donatılmış “duyarlı” kişilere musallat olacaktır. Bu kişiler aslında yalnızca kendi dillerini ve benliklerini kırbaçlayacak, “onların” dillerini ise “alıp başlarına” çalamayacaklardır. Öldürme –yıkma dökme- eylemlerinin faillerine karşı zorunlu pasif kalma hali, derinleşen bir çaresizlik hattında tutulmuş olmaksa pusuda bekleyen karanlık bir duyguyu devreye sokacaktır: suçluluk duygusu ve bu sancılı duyguya eşlik eden cezalandırılma arzusu...

***

Postallarla evlere dalınmış, duvarlara habis laflar kazınmıştır. Aynalara kelimeleri yazan kişiler, bu yazılardaki kelimelerden “canı yanan” arada kalmış karakterler, bu karakterleri ete kemiğe büründüren yazar ve nihayet bunların alıcısı olan okurlar aynı dil etrafında ama farklı noktalarda konumlanmışlardır. Behçet Çelik tam bu eşikte edebi-estetik üretimini politik bir fikirle alışverişe sokar: dildeki kaçınılmaz ortaklık, suçtaki ortalıkla çakışır, “hep beraber çürüyorduk.” Behçet Çelik, aktüel olana baktığında Sartre’ın meşhur “hepimiz katiliz” vecizesine mi vardırmak istiyordur işin ucunu acaba? “Hepimiz” yahut “hep beraber”: estetik duyumsamanın olduğu kadar siyaset düşüncesinin de netameli özne kodları; Çelik bu gibi oynak kodlarla daha bir süre uğraşacağa benziyor, riski göze alarak... 

[1] Behçet Çelik, Yolun Gölgesi, İstanbul: Can Yayınları, 2017, s. 18. Buradan sonraki alıntılarda yalnızca sayfa numarası vereceğim. 

(Birikim Haftalık web sitesinde yayınlanmıştır.)

 

Comments

Comments are closed on this post.