GÜNEBAKAN http://behcetcelik.com/gunebakan.aspx Behçet Çelik'in blogu http://www.rssboard.org/rss-specification mojoPortal Blog Module en-US 120 Behçet Çelik'in blogu Behçet Çelik'in blogu no Ğ Dergisinin "Öykümüz Fildişi Kulesine mi Çekildi" Başlıklı Soruşturmasına Yanıtlarım

Ğ Dergisinin Ocak-Şubat 2011 tarihli 10. sayısında "Öykümüz Fildişi Kulesine mi Çekildi" başlıklı bir soruşturma yer alıyor. Bu soruşturmaya verdiğim yanıtlar aşağıda, soruşturmanın tamamı Ğ dergisinde..

1. "Öykü, içine kapanıp kendine yeter bir dünya kurdukça oluşturduğu bu ‘kendi gerçekliği’nin tutsağı oldu. Son on beş-yirmi yılda öykü, müeddep bir suskunluk içinde metinselleşirken, bomba gürültüleri altında milyonlarca insanın çığlığı onun fildişi kulesine ulaşamadı." diyor Cemal Şakar. Soruşturmamızın çıkış noktası olduğundan bu tespite katılıp katılmadığınızı sormakla başlayalım. Son yıllarda yazılan öykülerde genel olarak bir içe kapanma, hayattan uzaklaşma olduğunu düşünüyor musunuz?

Son yıllarda yazılan öykülerin tamamını kuşatacak sözler söylemek kolay değil. Hiç olmadığı kadar çeşitlilik gösteriyorlar. Cemal Şakar’ın dikkat çektiği gibi toplumsal olaylara (“bomba gürültülerine”) kayıtsız kalıp kendi metni üzerine eğilen öykü anlayışıyla giderek daha çok öykü yazılıyor olsa da, bunu genele teşmil etmek doğru olmaz. Hatta, kimi zaman son yıllarda tersi bir eğilimin güçlenmekte olduğunu düşünüyorum. Sanırım insanları öykü yazmaya iten saikler değişiyor - yazmaya iten saikler de diyebiliriz. Öte yandan içe dönüş ile içe kapanmayı da birbirinden ayırmak gerekiyor. İçe dönüş, kimi zaman dışarıya kayıtsız kalmanın değil, kalmamanın, kalamamanın sonucudur. Dışarıyla yaşanan çatışmadan insan bazen kendisiyle ilgili kuşkulara kapılarak çıkar; dışarıdan önce içeride bir şeyleri değiştirmesi, hatta öncesinde içeriyi tanıması gerekir. Bu da içe dönüşü kaçınılmazlaştırır. Ursula K. Le Guin’in, “Devrim yapamazsınız, ancak devrim olabilirsiniz” sözünü anımsayın. Ancak içerideki bombaları işitip susturduğumuzda dışarıdaki bombalarla ilgili bir şey yapabiliriz belki de. İçeriye kulaklarımızı kapayıp dışarısıyla didişmeye kalktığımızda sahici bir mücadele veremeyiz, çünkü kendi sahiciliğimiz şüphelidir. Bu nedenle kendi sahiciliğinin peşine düşüp içe dönmüş öykü için “hayattan uzaklaşıyor” dememek gerekir.

“Metinselleşme”yi de her zaman olumsuz bir durum olarak görmemek gerekir. Nasıl bir metinselleşme olduğuna bakmak gerektiğini düşünüyorum. İçinde yaşadığımız toplum, dünya, hatta kendimiz hakkındaki yargılarımızın da birer “metin” olduğunu unutmayalım. Bu metinleri (“Bizi biz yapan hikâyeler”i) alt üst ediyor; en azından başka türlü de olabileceğini hesaba katmaya çağırıyor olabilir o öyküler.

Bütün bu çekinceleri belirttikten sonra, sorunuzun da ima ettiği gibi, günümüz öyküsünün toplumun geniş kesimlerinin yaşadığı hayatla arasındaki bağın kopuk olduğunu belirteyim. En azından bu hayatların onlara esin vermediği, onları öykü yazmaya itmediği, esin kaynaklarını kendi bireysel hikâyelerinde (ya da kendi gibilerin hikâyelerinde) buldukları söylenebilir. İşin kötüsü, bu bireysel hikâyeleri anlatırken de, kendi hikâyelerinden ziyade kendilerinin sandıkları hikâyeleri anlatıyorlar. Bu nedenle, en azından kendi hikâyelerinin peşine ciddi kaygılarla düşmüş olanları tenzih etmek gerekiyor.

2. "Alemdağ’da Var Bir Yılan"la başlayan, 50 kuşağıyla neredeyse zirveye ulaşan; biçimsel kaygıların ön planda olduğu (neyi anlattığın değil nasıl anlattığın), bireyin yalnızlığı, dünyaya yabancılaşması (varoluşçuluk) gibi temaların işlendiği  öykü izleği yazıldığı zaman ve şartlar altında bir yenilik ve imkanı içinde barındırırken bugün özellikle yan etkileriyle birlikte öykücülüğümüz için bir handikap, bir açmaza mı dönüşmüştür? Son tahlilde öyküyle hayat/gündelik gerçeklik arasında nasıl bir ilişki olmalıdır?

Halen bir yenilik ve imkân var bunlarda. Aslında biçim bugün daha da önem kazanmış durumda. Simgelerin olguların yerini aldığı, bir anlamda içeriğin göz ardı edilip biçimin içerikmiş gibi sunulup gözlerimizin boyandığı bir devirde yaşıyoruz. Dilin sadece gösterdiği nesneyi yansıtmadığını, aynı zamanda onu kurduğunu tartışıyoruz. Böyle bir dünyada biçim ve dil sadece gözbağcılık için değil, dünyayı değiştirmek için de önem taşıyor. Hiçbir şey değilse, yaşadığımızı sandığımız dünya ile olduğumuzu sandığımız benliğimizin hiç de öyle olmadığını, olmayabileceğini bize hatırlatan bir yan var “biçimsel kaygılarda.”

Dilin ve biçimin kurucu olabildiğinden söz edince, kurulan şeyin ne olduğuna bakmak önem kazanıyor. Dil ve biçim içeriğin boşaltılmasına alet olabileceği gibi, içeriğin boşaltıldığına ilişkin bir farkındalığın kazanılmasına da yarayabilir. Burada, dilsel ve biçimsel arayışlar hakkında “iyidir” ya da “kötüdür” gibisinden bütüncül değerlendirmeler yapmak yerine metinlerden yola çıkarak yazarın tutumunu, zihniyetini, edebiyat algısını vs tartışmakta fayda var.

Biçimsel arayışların kendisinin bir handikap ya da açmaz olduğu fikrine katılmıyorum, ama edebiyatın sorunlarının toplumsal sorunlarla yakın ilgisi olduğunu da yadsımıyorum. Örneğin, vicdanı alınmış, tek bir boyuta indirgenmiş bir insan algısı giderek hâkimiyet kazanıyor. Edebiyat yapıtlarının da dahli var bunda. Çoğu zaman sahiden de tek bir boyutumuz önemseniyor dış dünya tarafından, giderek bu durum hâkim bir ideoloji halini alıyor ve bizi de etkiliyor. Biz de kendimizi tek boyutlu sanıyor, ona göre tutum alıyoruz. Dışarıyla çatışmalarımız içeriye de yansıyor böylelikle. İçsel çatışmalarımız, trajedilerimiz buradan doğuyor. Edebiyat bu çatışmaların izini sürmek, bu gibi çatışmaların insanı ne hale getirdiğini araştırmak yerine sadece başarılı, keyifli, şaşırtıcı, zekice olanın peşinden gidebiliyor kimi zaman. Sözünü ettiğiniz eğilim böyle bir edebiyatın (“popüler edebiyat” diyebilir miyiz buna?) peşinde olanlar için biçilmiş kaftan.

Öykü-hayat (gerçeklik) ilişkisine gelince… Edebiyatın insanı değiştirebileceğine, bunun sonucunda da toplumun ve dünyanın da değişeceğine inanıyorum. Edebiyat bunu çok farklı yollardan yapabilir. Onun yaşadığı gerçekliğin farkına varmasını sağlayabilir, ama aynı zamanda o gerçekliği kuşatan ve kuran dilin farkına varmasını da... İnsan olmakla ilgili her sorunun yanıtı bulunmuş değil, insan olmakla ilgili yeni sorular sorabilir edebiyat, ya da yeni sorular sorması için insanı cesaretlendirebilir. Bizi bireyci olmaya çağıran bir ideoloji hâkim dünyada. Bu ideoloji gerçeklikleri çarpıtarak sunuyor, reklamlarla, pırıltılı gösterilerle bize yalan bir dünyayı gerçekmiş gibi sunuyor. Hayatlarımızın tadını kaçıranın bu olduğuna dikkat çekebilir öykü. Öykünün gerçeklikle ilişkisi bu yalanların örtüsünü kaldırmak olabilir.

3. İlk iki sorudan hareketle; öyküde öz/biçim, eser/mesaj ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Bir önceki sorunuzda biçimsel kaygıları neyi anlattığımızın değil, nasıl anlattığımızın ön planda olması biçiminde tanımlıyorsunuz. Edebiyatı mutlaka “ne” ya da “nasıl”dan biriyle ilişkilendireceksek, oyumu “nasıl”dan yana kullanırım. Anlatılan şeyi edebiyat yapan onun nasıl anlatıldığıdır çünkü. Anlatılan şeyi (“ne”yi) makale ile de anlatabiliriz örneğin; dolayısıyla “ne” edebiyatın başladığı yer olamaz, edebiyat “nasıl”la başlar. Az önce “Mutlaka ikisinden birini seçeceksem,” dediğime dikkatinizi çekerim. Öz ile biçim arasında diyalektik bir ilişki bulunduğunu düşünüyorum. Edebiyat yapıtında öz ile biçimi ayırıp analiz etmek bana biraz yapay gelir. Yapıt bir bütün olarak durur önümüzde. Öz ile biçimin birbirini nasıl ve nerede etkiledikleri üzerinden yapılmış çözümlemeler bana daha ufuk açıcı görünür her zaman. Özellikle akademik çalışmalarda yapıtın ne anlattığı (içerik) ayrı, nasıl anlattığı (biçim) ayrı değerlendirilir. Bu ikisi arasındaki ilişki görülmez, araştırılmaz. Önceki soruda da değindiğim gibi, bugün artık dilin kurucu niteliğinden söz ediyorsak, biçimi sadece bir kılıf olarak göremeyiz, biçim içeriktir de.

4. Son olarak cevaplarınız doğrultusunda günümüz öyküsünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüz öykücülüğünün bu bağlamdaki durumuyla ilgili daha önce başka bir yerde yaptığım ayrımı yinelemek isterim. Çok farklı tarzlarda yazsalar da öykücülerin çoğunda yazdıklarının bir metin olduğunu vurgulama, en azından unutturmama eğilimi var. Kimisi hayli oyuncu şeyler yazıyorlar ve metinler arası göndermeleri hayat-metin ilişkisinin önüne alabiliyorlar. Bir yanıyla postmodern bir eğilim olmakla birlikte, hayatın da bir metin olabileceğini her an akılda tutan, zihin açıcı, yerleşik değer ve yaklaşımları alt üst etmeyi amaçlayan eserler kaleme alıyorlar. Kimi öykücü ise metnin dilsel yanını öne çıkartıyor; ne anlattıklarından çok nasıl anlattıklarını önemsedikleri anlaşılıyor bu yazarların. Farklı dilsel yapıları eserleri içerisinde kullanmaktan çekinmiyorlar. Dil işçiliğinin öne çıktığı, edebiyatta dil zevkini önemseyen, dar bir okur topluluğuna hitap etmeyi amaçladıkları anlaşılan metinler yazdıkları söylenebilir. Üçüncü bir gruptaki öykücülerin yazdıkları eserlerden ise yazdıklarıyla hayat arasında bir bağ bulunduğu, onları yazmaya itenin esas olarak hayatla ilgili dertleri olduğu rahatlıkla seziliyor. Bu yazarların eserlerinde metnin dünyası ile yaşadığımız dünya aynı dünya gibidir. Ama “gibidir.” Okurken anlatılanlara kapılıp gitsek de, özdeşlik kurmamıza bu gruptaki yazarlar da pek müsaade etmezler. Kimi zaman yeğledikleri aşırı yalın anlatımlarla, kimi zaman eksiltmeli anlatmayı yeğleyip anlatılanların dışında anlatmadıklarını da sezdiren, duyuran yaklaşımlarıyla bu gruptaki öykücüler de edebiyat-hayat ilişkisinde doğrudan bir yansıtma ilişkisi kurulmasına imkân tanımazlar.

Öykücülerin yazdıklarının bir metin olduğunu unutturmama çabaları bir yanıyla “nasıl”a verilen önemi gösteriyor, ama bir yandan da edebiyatın da bir başka yalan gerçeklik yaratabileceğini ilişkin de bir uyarı bu.

Günümüz öykücülüğü ilk bakışta politikadan uzak duruyor gibi görünebilir. Doğrudan politik olaylar hakkında kaleme alınmış öyküler az. Gözden kaçırılan bir nokta var: Gündelik hayat içerisindeki edimlerimiz, tutumlarımız da politik duruşumuzun bir göstergesi  kimi zaman söylemimizdeki politikadan çok daha sahici biçimde politik duruşumuzu ele verdiğini de unutmamak gerek. Buradan baktığımızda, gündelik hayatlarımızdaki bireysel sıkıntıların ifade edildiği öykülerin bir bölümünü de politik sayabiliriz. Hayattan ne çok keyif aldığımızı anlatmaya özendirildiğimiz toplumsal bir yapıda sahici sıkıntılardan söz etmekten çekinmeyen öykücüler basbayağı politik bir tutum içerisinde sayılmazlar mı?


Admin  ...Tweet This
]]>
http://behcetcelik.com/ğ-dergisinin-soruşturmasına-yanıtlarım.aspx http://behcetcelik.com/ğ-dergisinin-soruşturmasına-yanıtlarım.aspx http://behcetcelik.com/ğ-dergisinin-soruşturmasına-yanıtlarım.aspx Tue, 15 Feb 2011 12:30:00 GMT
Eski Kitaplar Yeni Baskılar

 

 

 

 

 

 

 

 

Yukarıdaki kapaklar durumu açıklıyor aslında. Daha önce yayımlanmış kitaplarımın yeni baskılarını yapıyor Can Yayınları; kitaplar 4 Ocak günü dağıtımda olacakmış.


Admin  ...Tweet This
]]>
http://behcetcelik.com/eski-kitaplar-yeni-baskılar.aspx http://behcetcelik.com/eski-kitaplar-yeni-baskılar.aspx http://behcetcelik.com/eski-kitaplar-yeni-baskılar.aspx Sun, 02 Jan 2011 20:46:00 GMT
Yılsonu Değerlendirmesi Âdettendir, gazeteler, dergiler yılın son günlerinde genel bir değerlendirmesini yaparlar yılın. Her alanda olduğu gibi edebiyatta da yapılır. Yıl içerisinde öne çıkan kitaplar, yazarlar anılır, önemli olaylar, polemikler yaşanmışsa hatırlanır. Taraf gazetesi çeşitli yazarlarla birlikte bana da bu sene en beğendiğim beş telif edebiyat kitabını sormuştu geçenlerde; bugün yayımlandı yılın değerlendirilmesi. Taraf'a verdiğim yanıtı buraya da alıyorum. (Bu saydıklarım dışında da güzel kitaplar yayımlandı. Bunlar benim ilk anda aklıma gelenler. Ayrıca okumadığım için değerlendiremediğim kitaplar da var elbette. ) Evet, işte seçtiğim 5 kitap...

1. Bu Yalan Tango, Selim İleri

Bir dönem değil, dönemler romanı kaleme almış Selim İleri. Bir yandan toplumsal ikiyüzlülüğümüzün neden olduğu yaraları deşerken bir yandan da edebiyatımızın üzerinde pek durmadığı bireysel acılara edebiyatın neşterini vuruyor. Anlatıcının bulanıklaşan zihni bu toprakların çok net bir resmini görmemizi sağlıyor.

2. Gece Kelebeği/Perperık-a Söe, Haydar Karataş

Resmi tarihin üzerini onlarca yıldır örttüğü Dersim Katliamının acısını bunca zamandır içinde barındıran efsane ve hikâyelerden alıp edebiyat aracılığıyla toplumsal hafızamıza iade eden, dil ve anlatımıyla da dikkat çeken bir roman Perperık-a Söe.

3. Kumrunun Gördüğü, Ahmet Büke

Çocukların, delilerin, peşinden gitmediğimiz arzularımızın, modern dünyanın suyumuzu sıktıktan sonra kalan halimizin hikâyesini kendine özgü bir öykü atmosferi kurarak anlatıyor Ahmet Büke.

4. Yeşil Peri Gecesi, Ayfer Tunç

Ayfer Tunç’un romanı toplumun her nüvesine sinen çürümüşlüğün yanı sıra insan ruhunun derinliklerine de kapı açıyor. Bu iki kapının birlikte bulunuşu, bireyle toplumun birbirleri üzerindeki etkisini daha bir görünür kılıyor.

5. Şeytan Geçti, Aslı Tohumcu

Aslı Tohumcu öykülerinde hiçbir fazlalık barındırmayan yalın bir anlatımla kadınların gündelik hayatlarındaki küçük ayrıntıları özenle saptayarak etkileyici bir evren yaratıyor.


Admin  ...Tweet This
]]>
http://behcetcelik.com/yılsonu-değerlendirmesi.aspx http://behcetcelik.com/yılsonu-değerlendirmesi.aspx http://behcetcelik.com/yılsonu-değerlendirmesi.aspx Thu, 30 Dec 2010 13:35:00 GMT
Doğan Akhanlı Serbest ! Haksız yere dört ayı aşkın süredir cezaevinde bulunan yazar Doğan Akhanlı dünkü duruşmanın ardından özgürlüğüne kavuştu. Doğan Akhanlı'yı, Kanat Kitap'tan çıkan Madonna'nın Son Hayali isimli romanının yayına hazırlandığı süreçte tanıdım. "Tanıdım" dediğim internet üzerinden yazıştık. Roman yayınevine ulaştığında dosyayı ilk okuyanlardandım; romanın yayımlanmasına karar verildikten sonra da yayınevindeki arkadaşlar benim kitabın editörü olmamı istemişlerdi. Kitabın hazırlandığı sırada bir hayli yazıştık Doğan Akhanlı'yla, sanırım bu yazışmalarda romanla ilgili ortak bir dil yakaldık ve kitap yayımlandı.

2005 senesinde öne çıkan romanlar arasında sayılmasına karşın Madonna'nın Son Hayali bence hak ettiği ilgiyi görmedi. Üzerinde durulması gereken farklı yönleri olan bir romandı, ne yazık ki bunlar pek tartışılamadı. Romanın beni en çok etkileyen yanı, üst-kurmaca ve metinlerarasılık gibi çoğu zaman "postmodern" denilip olumsuzlanarak değerlendirilen kurmaca yöntemlerinin alabildiğine siyasi bir romanda yetkinlikle kullanılmış olmasıydı. Bu gibi yöntemlerin içi boş kurgu oyunları olmadığının, olmayabileceğinin başarılı bir örneğiydi Madonna'nın Son Hayali.

Sabahattin Ali'nin katledilmesi, Almanya'dan kaçan Yahudileri taşıyan Struma gemisindekilerin İstanbul'a inmesine izin verilmeyerek Karadeniz'de ölüme terk edilmeleri, 80 sonrasının cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar ve Yahudi soykırımı gibi konular iç içe geçmiş metinler ve hikâyelerle anlatılıyordu. Üstelik Akhanlı'nın roman kahramanları siyasi bir romanın siyasi mesajına aracılık eden tipleri olarak çizilmemiş, ruhsal ve duygusal dünyalarını yakından tanıyabildiğimiz kişiler olarak kurgulanmıştı. Bütün bunların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bu güzel romanın değeri umarım zamanla daha iyi anlaşılır.

Dün Doğan Akhanlı'nın duruşması öncesi yapılan basın açıklamasına gittiğimde Alman medyasının Akhanlı'nın tutuklanmasına şaşırtıcı bir ilgi gösterdiğini fark ettim. Bir yazarın (üstelik oldukça tuhaf, Kafka'nın romanlarını andırır biçimde) tutuklanması halinde gösterilmesi gereken bir ilgiydi. Türkiye medyasının ilgisi çok az değildi, hakkını vermek gerekir, ama anlaşılan bir yazarın tutuklanması bizim için biraz vakai adiyeden bir şey...


Admin  ...Tweet This
]]>
http://behcetcelik.com/doğan-akhanlı-serbest-.aspx http://behcetcelik.com/doğan-akhanlı-serbest-.aspx http://behcetcelik.com/doğan-akhanlı-serbest-.aspx Thu, 09 Dec 2010 09:49:00 GMT
Günebakan Bu siteden ve dolayısıyla sitenin içerisinde yer alan blogtan söz ettiğim bir arkadaşım bugün bloga bir isim koymamı önerdi. Aklıma ilk olarak "Yazılı Günler" geldi. Ne de olsa zamanında yayımladığımız derginin adıydı, ama bir yandan da derginin adını, zamanında dergiyi birlikte çıkarttığımız arkadaşlarıma sormaksızın tekelime almak gibi olmaz mıydı? Ayrıca Tomris Uyar'ın günlüğünün adı da "Yazılı Günler"di. Bu nedenle bu ismi seçmedim. Sonra aklıma "günebakan" kelimesi gelince bunu seçtim. Günebakanla da ilgili, güne bakmakla da.

 


Admin  ...Tweet This
]]>
http://behcetcelik.com/günebakan.aspx http://behcetcelik.com/günebakan.aspx http://behcetcelik.com/günebakan.aspx Sat, 04 Dec 2010 22:17:00 GMT
Karikatürkiye ve Turgut Çeviker Turgut Ağbi'yi (Çeviker) 1990'ların başında Yazılı Günler'i yayımladığımız sıralarda tanımıştım. Yirmi yıl olmuş neredeyse. Çalışkanlığına, ilgilendiği konulara tutkuyla bağlanmasına, iş yaparkenki titizliğine her zaman gıpta etmişimdir. Birkaç yıldır bir kitap üzerinde çalışıyordu Turgut Ağbi. Cumhuriyet tarihini karikatürlerle anlatan hacimli bir çalışma için kolları sıvamış, 85 yılın gazete ve dergi arşivlerini tarayabileceği kütüphanelerde geçirmeye başlamıştı günlerini. Akşamları da o gün taradığı malzemeyi tasnif edip ayıklamakla geçirdiğini söylüyordu. Bir yıldan uzun bir süre onu her gördüğümde ya kütüphaneye gidiyor ya da kütüphaneden dönüyor oluyordu. Sonraları, neler yaptığını sorduğumda, "Tasarımcıdan geliyorum," yanıtını aldım. Kitabın yayımı yakın demekti bu. Turgut Ağbi'nin mükemmeliyetçiliğini hatırlayınca, o kadar da yakın olmadığı anlamına gelse de, kitap tezgâhta demekti.

Karikatürkiye'den konuştuğumuzda aklımdan hep Virgül'e kitapla ilgili bir şeyler yapmak geçiyordu o sıralar. Kim yazardı? Söyleşi mi yapsaydık yoksa... Sonra, malum, Virgül kapandı. Karikatürkiye'nin yayımı da biraz gecikti, ama NTV Yayınları tarafından geçtiğimiz ay yayımlandı. 3 ciltlik, 900 sayfalık devasa bir çalışma.

Tam o günlerde Sabit Fikir'den (www.sabitfikir.com) kitaplar üzerine yazılar yazmam istenince, ilk yazıyı Karikatürkiye üzerine yazmaya karar verdim ve yazdım. Yazı yayınlandı. Şu linkten okuyabilirsiniz.

http://sabitfikir.com/elestiri/cumhuriyetin-karikaturlerden-yansiyan-sureti


Admin  ...Tweet This
]]>
http://behcetcelik.com/karikatürkiye-ve-turgut-çeviker.aspx http://behcetcelik.com/karikatürkiye-ve-turgut-çeviker.aspx http://behcetcelik.com/karikatürkiye-ve-turgut-çeviker.aspx Thu, 02 Dec 2010 19:31:00 GMT
Web Sitesi Kardeşim Can, sağ olsun, www.behcetcelik.com adresini almış benim için. MojoPortal diye bir programın yardımıyla bu siteyi inşa etti. Ben sadece yazıları ekledim. Can'ın önerisiyle bu siteye bir de blog ekledik. Ne sıklıkla yazabilirim, neler yazarım bilemiyorum. İzleyen olur mu, okuduklarıyla ilgili yorum yapan olur mu, bunları da bilemiyorum. Göreceğiz.


Admin  ...Tweet This
]]>
http://behcetcelik.com/1web-sitesi.aspx http://behcetcelik.com/1web-sitesi.aspx http://behcetcelik.com/1web-sitesi.aspx Thu, 02 Dec 2010 15:22:00 GMT