Öyküdeki Ses - Mehmet Serdar

Friday, December 3, 2010 10:05:00 PM

Behçet Çelik’in önceki kitabı Herkes Kadar’da olduğu gibi, yeni kitabı Düğün Birahanesi’nde de öykülerinin hepsini anlatan sanki ortak bir ses. Kuşkusuz anlatıcı sürekli değişiyor. Meslek, cinsiyet, yaş olarak ya da kentli, kasabalı olarak ya da iş sahibi, işsiz olarak sürekli değişen ama alçakgönüllü, öz eleştirel, kendi içine düşmemiş, en önemlisi yenilgiyi tatmış bir ses bu. Buyurgan olmayan, başkası adına konuşmayan. Kendine batmamış, kendini ve başkalarını aldatmayı seçmemiş. Bu sesi yalnızca politik bir geçmiş üzerine kapsamlı bir özeleştiri ile açıklayamayız. Ayrıca yenilgi döneminde yetişmiş bir kuşağın sesi bu.

Behçet Çelik’in öykülerini anlatan ses kendinde olmadık güçler görmüyor. Sınırlarının ve kapasitesinin bilincinde. Politik bir geçmişi var, politikaya hâlâ uzak değil ama politik vehimler içinde de değil. Taşıyamayacağı yükler altına girip fiziksel ve ruhsal sınırlarını zorlamamış. Dolayısıyla kimsenin önüne bir fatura sürme gibi bir yeltenişi de yok. Kimseye yakınmıyor. Kimseye hesap sormuyor. Hesaplaşması hep kendisiyle.

Başında politik misyon hâleleriyle, kendini de başkalarını da sıkıntıya sokmamış. Hele bugün için o hâlenin çoktan sönmüş olduğunun bilincinde. Yenilgi günlerinin devrimcisi olarak çok daha gerçekçi. Ama devrimcilik gerçekçilikten çok hayal etmekle tanımlanır. Gerçekçilik ise teslimiyetçiliğe daha yakın. Düşler yerine yenilgi melankoli geçmiş.

Seksenden önce hızlı yükseliş döneminde dünyayı değiştirme, yeni bir yaşam kurma aracı olarak erki ele geçirme olasılığı o kadar yakın algılanıyordu ki ayrıntılarda farklılaşılıyor, bu noktalarda sert çatışmalar bile çıkıyordu. Yaşamın her alanında girişim üstünlüğünü ele geçirecek kadar kendini güçlü ve haklı duyumsama en ileri aşamadaydı. Oysa üzerinden yirmi beş yıl geçmiş olan bu dönem aslında bir toplumun yaşamında kısa sayılması gereken bir süreydi. Çok hızlı bir yükselişin arkasından sert bir darbe. Sonra uzun süren baskı ve zorbalık yılları. Yaşamı etkileme gücünü yitirmesine karşın, iddia, bugünlere ulaşabildi.

Düşünsel ortamı belirleyen, kişilikleri kimlikleri seksen öncesinde oluşanlardan farklı olarak, omurgası yaşı gereği seksenlerden doksanlara doğru yapılanmış bir kuşağın üyesi, Behçet Çelik. Her şeyi politikanın ölçütleriyle açıklayıp, her davranıştan, eylemden politik bir yarar çıkarmaya çalışan kuşağın, doksanlarda bu kez yıkıcı bir nihilizme düşenlerinden değil.

Öykülerdeki kuşak o çok kısa yükseliş dönemi kuşağının tersine mutluluk ölçeğini ve ölçütünü değiştirdi. Başarıyı küçük ölçeklerde düşlemeye başladı. Başarıdan mutluluk duymak zaten etik değildir, diyenlerden ayrıldı. Bireysel mutluluk reçeteleri üretmeye girişti. Eğer biz başaramadıysak, hedeflerimize varıp mutlu olamadıysak, bu dünyada başarı ve mutluluk diye bir şey olmadığındandır, demedi. Bu öykülerde, büyük hedeflerle günlük yaşamın gerçeği arasındaki gerilimi sarsıcı bir öz sorgulama sürecinden geçmeden atlatabilmiş bir kuşakla karşı karşıyayız.

Öykü kahramanları, okul sonrası yaşamlarının ilk dönemlerinde olan iş ve eş sorunlarında başarısız kalmış kişiler. Bugündeki başarısızlıkları ölçüsünde geçmişi yüceltmiyorlar. Geçmişe sığınarak başarısızlıklarını dengelemeye çalışmıyorlar. Ama geçmiş, sürekli bir burukluk kaynağı olarak kişiliklerinin bir parçasıdır.

Öykü kişileri, insancıl, duyarlı ve sakin kişiler. Okul dönemlerinde devrimci olmalarına karşın o dönemi gizemlileştirip kutsallaştırmıyorlar. Çünkü devrimcilikleri yükseliş dönemine rastlamamıştır. Kendinden öncekiler gibi erki elde edip toplumsal yaşamı bütün boyutlarıyla yeni baştan kurmayı düşünmelerine fırsat kalmamıştır. Yenilgi döneminde varlıklarını koruyabilmek, bir kimlik edinebilmek bile çok önemli bir kazanım sayılırdı. Çok sınırlı hedeflerle yetinmek zorunda kalmışlardı.

Behçet Çelik’in kahramanları geçmişte kalmış ve zorla ellerinden alınmış mutlu günler özlemi içinde değiller. Başarısızlıklarını kendi dışlarındaki olumsuzluklara bağlamıyorlar. Hesaplaşmaları toptan bir karşı çıkışla, ya da temelli bir yadsımayla sonuçlanmıyor. Eleştirileri, olumsuzlamaları radikal bir kopuşa ulaşmak bir yana tam tersine buruk ve hüzünlü bir kabullenişle sonuçlanıyor.

Öykülerindeki ses, nötr bir ses. Geçmişiyle geleceği eşit bir ses bu. Yaş olarak yolun tam ortasında. Ne nostalji ne ütopya ağır basıyor. Ne gelecek umudu geçmişi yok ediyor, ne de geçmişin bellekteki ağırlığı farklı bir gelecek olasılığını. “Hepsi Bir” diyerek yazgısını belirleme hakkından bile vazgeçebiliyor. Ama en önemli ilke eşitlik ilkesini her aşamada yeniden tanımlayıp kendi sınırlarını “Herkes Kadar”la betimliyor.

Kendini de kayırmadan anlatabilen, eleştiri ya da alayı kendine de yöneltebilen bir ses. Yakınmayan, kendini olumlamak için gerekçe aramayan. Bugünde başarısız kaldıkça geçmişi yücelten bir tutum içine girmiyor bu ses.

Büyük çöküşü herkes değişik bir konumda yaşadı. Hem 80 ülkedeki sosyalizmin zor yoluyla ezilmesini, hem de dünyadaki sosyalizmin neredeyse kendiliğinden çöküşünü onlar kendi bedenlerinde yaşamadılar. Kendilerinden daha yaşlı olanların derin sarsıntılara, bitmez tükenmez hesaplaşmalarla ulaştıkları sonuçlar onlar için bir veri durumundaydı. Bir önceki kuşak için farklılık, bir hastalık belirtisiyken, birliği zaafa uğratan ve derhal elenmesi gereken bir sapma iken; onlar için farklılık bir sağlık, gelişme ve zenginlik belirtisiydi örneğin.

Ötekinin eşit varlığı kabul etmek ve kendini başkasının yerine koymak, politik eylemin ön koşulu bir irade oluşturup davranmayı sürekli erteleyen bir tutum. Başkalarının seninle eşdeğer varlığını sürekli birinci ilke saydığında eylemsel bir varoluş yerine, içsel bir serüven öne geçecektir kuşkusuz.

Elbette çıkış noktası, haksızlığa karşı çıkmak, eşitlik idealine doğru yol almaktı. Ama tutulan yol, çok sert bir mücadele gerektiriyordu. Mücadele bazen o kadar keskinleşiyordu ki, karşıtların kullandığı, amaçlarla çelişen araçlara başvurmak zorunlu duruma geliyordu. Öykülerdeki kahramanlar ise, eşitliği gelecekte gerçekleşecek bir düş olmaktan önce, bugünden uygulanması gereken ahlaki bir ilke olarak algılıyorlar.

Öykülerdeki kahramanlar, okul dönemlerinde o günlerin sınırlı hedefleriyle eylemli durumdalar, ancak, yüreklerinde devrim ateşiyle dolaşmıyorlar. Aradan geçen yıllardan sonra geçmişe bakarak o günleri gizemlileştirip kutsallaştırmıyorlar. Öykü bir tür olarak buna olanak vermiyor. Nüanslarda gezinen öyküler bunlar, bir iç çekişte, imalı bir sözde, bir yazıklanmada sonlanan öyküler. Zaten yaşanmış, bir iç serüven haline getirilmiş geçmişin anımsanarak yeniden yaşanması. Bugünkü olumsuzluklardan kaçmak için geçmişe sığınılmıyor ama geçmişin yaşamımızın oluşturucu öğesi olarak bugünkü süreğen varlığı da kabul ediliyor.

Bu kadar abartısız bu kadar yalın anlatıları öykü yapan ne peki? Neredeyse son satırdaki ironiye, çelişkiye dayanan bir yalınlık bu. Ama bu yalınlık okuyanı sürekli yaşamın anlamı sorusuna yolluyor. Yaşamın olağan akışı içinde kendini duyuran varoluşa ilişkin sorular, öyküyü çok katmanlı kılıyor. Gençliğin, dolayısıyla zamanın gitmekte olduğunun bilinci asıl burukluğu oluşturuyor.

Öyküler aslında sürekli bir geçmiş yüküyle ilerliyor. Her şey aslında geçmişte olup bitmiş, bu günkü bir ayrıntıda, kıpırtıda geçmiş açılıveriyor önümüze. Öykü meraka, şaşırtıcı bir gelişmeye, çarpıcı bir olaya dayanmıyor. Daha çok bildik bir olayın farklı yorumlanmasına, anımsanmasına ve yeniden değerlendirilmesine yaslanarak yolunu açıyor.

Behçet Çelik’in öykülerindeki sesin demokratikliği, öykü türünün geneldeki yapısına uyuyor. Öykünün yaşamın bütünü kucaklamak, her şeyi kapsamak gibi bir savı yok. Anlattıkları daha küçük ölçekte, daha minimal, daha yalın.

Öykü önce boyutlarının sınırlılığı gereği bir ışıklanma, ani bir göz kamaşması sayılmalı. Hızlı bir yoğunlaşma, beklenmedik bir derinleşme. Behçet Çelik’in öyküsü ise tam böyle değil. Olan bitenin, yitip gidenin arkasından bir bakış. Çelik’in öyküleri insanın kaslarına enerji doldurup davranmaya zorlamıyor. Ama kahramanlarında olduğu gibi okuyucuda da bir burukluk yaratıyor.

Kitaplardaki öykülerde, hep aynı ses, dolayısıyla yazarla özdeşleşen kahraman sesi izlenimine karşın, kahraman ile yazar arasında bir kat farkı var. Yazar kahramanlara göre her zaman bir üst katta bulunabiliyor. Özeleştiri ya da öz alay bu farklılaşmayı oluşturan etmenler.

Öykülerindeki sesin olgunluğunu, politik geçmiş kendi başına açıklamaya yetmez. Daha çok öykücülüğümüzde var olan bir sesin kalıtçısı Behçet Çelik. Bu sesi yalnızca kendi geçmişiyle ödeşerek edinemez insan. Belki de edebiyatın asıl yararı burada: Öykücülüğümüzün geçmişiyle de hesaplaşarak edindiğiniz sesle, kendi dünyanızı daha iyi anlatabilirsiniz. Sizden önceki öyküleri dinlemeden kendi öykünüzü anlatamazsınız. Daha kapsamlı söylersek başkalarını anlamadan kendinizi anlayamazsınız.

Öyküleri anlatan sesin tınısı, yalnızca kendi başından geçenlerden çıkardığı sonuçla gerçekleşmiş olamaz. Bu tınının öykücülüğümüzün geçmişinden geleneğinden süzülerek elde edildiğini düşünmek daha doğru olur. En başta da M.Ş.Esendal’ın sesi. Behçet Çelik önce Yazılı Günler’de, sonra Virgül’de hemen bir çok öykü yazarlarımız üzerine yazdı. M.Ş.Esendal, Sait Faik, Fahri Celal, Sadri Ertem, Suat Derviş, Osman Cemal Kaygılı, Kenan Hulusi, Hulki Aktunç...

Bir alanda etkili bir söz söylemek istiyorsanız, o alanda daha önce söylenmiş bütün sözleri okumuş, sesleri dinlemiş olmalısınız. Bu geleneğe teslim olmak anlamına gelmez. Kendi sesinizi bütün önceki sesleri bilerek üretmek. Onları yinelemeden, onlara öykünmeden. Kendi öykünüzü yazın, kendi dilinizi üretin ama sizden öncekileri bilerek. Öncekilerin deneyiminden yararlanmamış olmak ne büyük bir eksiklik. Sonra bir bakarsınız, çok özgün sandığınız bir yol aslında daha önce geçilmiş bir patikadır.

 

Adam Öykü, Kasım Aralık 2004, sayı: 55

Comments

Comments are closed on this post.